50 yılı aşkın bir süre yarattıkları
yepyeni bir felsefe çerçevesinde yaşadılar aşklarını. Yazar, filozof ve
devrimci bir kişi, Sartre ve de Beauvoir, evlilik v tekeşlilik kıskacına
girmeden sürdürdüler ilişkilerini. Her şeyi anlattılar birbirlerine, her şeyi
paylaştılar. Yataklarına giren insanları bile. Çağının en önemli
filozoflarından Legion d’Honneur ve 1964 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi sol
akımın önde gelen düşünürlerinden biri olan Sartre’ın cenazesini taşıyan
araba, yazarın Paris’teki “mahallesi” Left Bank’tan, arkasında
birbirinden habersizce toplanmış 50 bin kişi tarafından uğurlandı. Sartre’ın 50
yıllık aşkı ve en yakın dostu olan filozof-yazar Simone de Beauvoir bu ölüm
üzerine şunları yazdı: Onun ölümü bizi ayırdı. Ben ölünce tekrar birleşeceğimize
inanmıyorum. Ama zaten en önemlisi, yaşamı, fevkalade bir uyum içinde paylaşmış
olmamız. Kuramını hazırladıkları ve hayata geçirdikleri Egzistansiyalizm
(Varoluşçuluk) akımına göre herhangi bir kozmik plan ya da üstün otorite yoktu.
Devlet, toplum yada aile gibi kavramları reddediyor, bireyin kendi kaderini
kendisinin tayin ettiğini savunuyorlardı. Özgürsün, bundan dolayı seçimini
kendin yapabilirsin diye yazıyordu Sartre. Bu cümle daha sonra 60’larda
yaşanacak çılgın, özgür seksi savunan, bir anlamda deneysel yaşam tarzının
atasözü haline geldi. Sartre ve de Beauvoir bu felsefenin kuramını
geliştirmekle kalamayıp, hayatlarını da bu çizgide sürdürdüler. Sorumluluk ve
özgürlük arasındaki tansiyonu azaltabilmek için de, kendi içlerinde garip
ilişki düzeni kurdular. Evliliği, tekeşliliği ve birlikte yaşamayı
reddediyor buna karşılık ilginç bir mahremiyeti içinde barındırıyordu
ilişkileri.... Her ikisi de Paris’in Left Bank banliyösünde doğdular, ölene dek
orada yaşadılar. 1905 yılında doğan Sartre, dul annesiyle aynı odayı
paylaşıyordu. Bir keresinde “Her şeyi, ama her şeyi ona anlatırdım” diye
yazmıştı. Büyükbabası tarafından bir dahi olacağına inandırılarak
yetiştirilmişti, annesi ise küçük oğlunun büyük bir yazar olmasını istiyordu.
İlk başlarda küçük dahi çocuğu oynamak çok hoşuna gidiyordu. Sartre’ın. Ancak
sonraları başkalarının gözünde “bir şey” olmanın saçmalığı fikrine vardı ve tüm
bu dönemi “sahte” diye tanımladı. De Beauvoir Sartre’dan üç yıl sonra doğdu.
Çocukluk yıllarında “çocuk” diye adlandırılmaktan nefret etti. Şiddete
yönelebilen bir zalimliği vardı ve ailesi tarafından kontrol edilemeyen bu
tutumlarını “Sıradışılığın, o zaman tanımlayamadığım kökenleri” diye anlattı
sonraları. Küçücük yaşta ateist olmaya karar verdiğinde, travmatik bir boşluk
yaşadı. Bu sıkıntılı dönem küçük kızın hayatında bir dönüm noktası oldu. Aynen
Sartre gibi, de Beauvoir da Tanrı’yı reddedikten sonra yepyeni bir
felsefi sistem arayışına başladı. Genç kızlık döneminde, her hangi bir
yetişkin kadının “sıkıcı” ihtiyaçlarından yola çıktı: Seks, iş ve özgürlük...
Bu üç konudaki tüm gelenekleri yıkarak, ileride herkes tarafından
kabullenilecek “Feminizm’in Anası” rolüne soyunmuştu. 1949’da yazdığı “İkinci
Cins” uluslararası alanda best-seller oldu ve 70’lerdeki kadın hareketinin
önünü açtı. Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi yaparken ona “le
Castor” (Kunduz) adını taktılar. Çünkü aynen kunduz misali, çok sağlam çalılık
inşa edebilmek için kendi gibi olanlarla birlikte çalışmayı biliyordu.
Sartre’la da öğrenciliğinin son döneminde, 1929’da tanıştı. Tanıştıktan çok
kısa bir süre sonra, hayata aynı açılardan baktıklarını fark ettiler: Burjuva
değerlerini çöpe atarak, yepyeni bir felsefe yaratmaya yönelik cesaretle
yaşamak... Birlikte ama özgür olun. Evliliği, aynen sadakat gibi göz ardı edin.
Bu fikirler Sartre için çok uygundu; genç ve güzel kızların çekiminden
kurtulamayan bir seks anarşistiydi. Aralarındaki ilişkide tekeşlilik,
sadakat kavramlarının yerine, yaşadıkları “her şeyi” birbirlerine
anlatarak “saydam” olmayı koymuşlardı. İkili bu dürüstlüğü, ilişkileri için
evlilikten çok daha büyük bir güvence olarak görüyordu. 1933’te birlikte
gittikleri bir Londra seyahatinde Sartre genç kadını “Cynara” filmine götürdü.
Filmin en ünlü cümlesi “Sana, kendimce hep sadık kaldım”, artık çiftin
felsefesini tanımlıyordu. 1938’de ikili, sanatçıların buluştuğu Montparnasse’ı
kendilerine mekan seçtiler. Hotel Mistral’in değişik katlarında tuttukları
odalarda yaşamaya, yazılarını da bügün Paris’in en ünlü cafe’leri olan “Cafe de
Flore” ve “Deux Magots”da yazmaya başladılar. Bu süreçte, de Beauvoir’ın da
büyük desteğiyle Sartre’ın “Bulantı” romanı büyük bir başarı kazandı. Kitap,
“Kunduz”a ithaf edilmişti. Sartre’ın hayal kahramanlarından oluşan küçük
hikayelerini topladığı ve yazar Andre Gide tarafından “bir başeser” diye
tanımlanan “Duvar” kitabı ise, Olga’ya imzalanmıştı. Sartre bir süre sonra
Olga’nın kızkardeşi Wanda’yla ilgilenmeye başladı. Beauvoir Sartre’ın eski
öğrencisi Jacques-Laurent Bost ile ilişkiye girdi. Bu adam aynı zamanda
Olga’nın sevgilisiydi. 3 Eylül 1939’da savaşın ilanıyla birlikte Sartre askere
çağrıldı ve Paris’ten ayrıldı. 1941’de birtakım sahte kağıtlar sayesinde
kamptan kaçtı, Nazi işgali altındaki Paris’te Simone’la buluştu ve hemen
Left Bank’ta bir karşı cephe oluşturma için çalışmalara başladı. Tam da bu
dönemde “aile” ilk trajedisini yaşadı: Natalie Sorokin’in 19 yaşındaki Musevi
erkek arkadaşı Alman subayları tarafından vuruldu. Savaş iki sevgiliyi
politikayla yakından ilgilenir hale getirmişti. Bireyin özgürlüğünden yola
çıkan felsefelerini şimdi de topluma uyarlamak üzere çalışıyorlardı. Sartre’ın
1945’te kaleme aldığı “Les Temps Modernes (Modern Zamanlar), dönemin en etkili
sol yazın oldu. Beauvoir’in “İkinci Cins” kitabı artık 40’larına geliş olan yazara
büyük bir ün getirdi. “Kadın doğulmaz, olunur” cümlesi de kitabın sürükleyici
cümlesi oldu. Varoluşçu inancı ona kişinin toplumun kendisine biçtiği rolü
oynadığını, kimsenin belli kimlikle doğmadığını söylüyordu. Bu kitap feminist
düşünceleri beslemek amacıyla değil, tamamen genç kadının kedi takıntılarını
anlatmak adına yazılmıştı. Ama öyle bir damara basmıştı ki, tüm dünyadan
milyonlarca kadın bu kitabı bir klasik haline getirdi. Kitap kutsal annelik
rolünü, ikincil kişi olmayı, silik kişiliği ve parazit gibi yaşama dürtüsünü
anlatıyordu; umulduğu üzere, Vatikan’ın kara listesine girdi. Beauvoirr bu kez
de Claude Lanzmann isimli, 27 yaşındaki yazarla gönül ilişkisine girdi. 1961’de
iki sevgili Cezayir’in özgürlük savaşına karşı Fransa’ya tepki göstermeye
başladılar. O kadar radikal çalışmalar yapıyorlardı ki, 5000 Fransız askeri
Champs Elysee’de bir yürüyüş yaptılar ve saatlerce “Sartre’a ölüm!” diye
bağırdılar. Aynı günlerde ünlü yazarın evi iki kez bombalandı. İkilinin Mao,
Castro, Guevara, Khrushchev ve Tito’yla el sıkışırken görüldükleri fotoğraflar
ortalıkta dolaşmaya başladı. Sartre 28 yaşındaki Musevi asıllı Cezayirli bir
kızı Arlette El-Kaim’i evlat edinince kıyamet koptu. Kız Sartre’ın
sekreterliğini yapıyordu. Daha sona 1981’de, de Beauvoir da Sylvie le Bon’u
evlat edindi. Basın uzun süre bu evlatlık işinin “aile”nin bir üyesi olmakla
aynı olup olmadığını sorup durdu. De Beauvoir ise bu tip soruları, bu
ilişkinin kimsenin anlayamayacağı kadar özel bir “aile” üyeliğinden farklı
olduğunu söyleyerek geçiştirdi. 1970’de iki sevgili Mao’cu bir yayın olan “La
Cause du Peuple”ü dağıtma suçundan tutuklandılar. Sartre artık neredeyse kör
olmuştu ve yazı yazması yasaklanmıştı. De Beauvoir’ın tüm karşı çıkışlarına
rağmen her gün daha fazla alkol tüketiyordu. 15 Nisan 1980’de Sartre’ın
ölümüyle birlikte kendisi de çok ağır bir zatürreye yakalandı. Ömrünün
geri kalanında, yani 14 Nisan 1986 yılına kadar, Sartre’ın küllerinin
gömüldüğü Montparnasse’daki mezarlığa bakan evde yaşadı. Tüm Fransa radyo
ve televizyonları yayınlarını keserek, bu ölümü duyurdular. Ömür boyu süren
sıradışı aşkları, ölümde de ikiliyi bir araya getirdi. Simone, Jean-Paul’un
yanına gömüldü.
Sen en muhteşem, en entelektüel, en
iyi ve en coşkulu kadınsın. Sen sadece hayatım değil, hayatımdaki tek
dürüstlüksün.
60’lardaki ahlaki çöküntünden
sorumlu tutuldu Sartre. Buna yanıtı ilginç oldu: Özgürlük, cesaret ve
sorumluluk gerektirir. Her hareket geleceği yaratır, kolay değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder