Sevmek zamanı, takvimlerin ve saatlerin ölçemeyeceği bir eşik anıdır; ne sabahın tazeliğine ne gecenin dinginliğine bağlıdır. O, varlığın iç ritmiyle açılan bir boşlukta belirir—bir bakışın kıyısında, bir sessizliğin ortasında, bir bekleyişin ucunda. Bu zaman, kronolojik değil; ontolojiktir. Çünkü sevmek, bir eylem değil; bir hâl, bir varoluş biçimidir. Ve bu hâl, yalnızca karşılıklı bir yönelme değil; insanın kendini aşma cesaretidir.
Sevmek zamanı geldiğinde, insan artık yalnızca kendini taşımaz; ötekini de içinde barındırır. Bu barındırma, sahiplenmekle değil; tanımakla mümkündür. Çünkü sevgi, ötekinin sınırlarına saygı duyarak onunla bütünleşmeyi önerir. Bu bütünleşme, bir erime değil; bir eşliktir. Sevmek zamanı, bu anlamda, benliğin ötekine açıldığı, içsel duvarların inceldiği ve varlığın çoğaldığı bir andır. Bu çoğalma, nicelikte değil; derinliktedir.
Zamanın kendisi, sevmekle dönüşür. Anlar uzar, mekânlar yumuşar, kelimeler anlam kazanır. Sevmek zamanı, sıradan olanı kutsal kılar; çünkü sevgi, anlamı yeniden üretir. Bir dokunuş, bir cümle, bir suskunluk—hepsi bu zamanın içinde başka bir dile dönüşür. Bu dil, mantığın değil; sezginin dilidir. Ve sezgi, insanı yalnızca anlamaya değil; hissetmeye çağırır. Sevmek zamanı, bu çağrının cevabıdır: içsel bir evet, sessiz ama kesin bir yöneliş.
Sonuçta sevmek zamanı, bir başlangıç değil; bir farkındalıktır. İnsan, bu zamanla birlikte yalnızca sevmeyi değil; var olmayı da yeniden öğrenir. Çünkü sevmek, varlığın en çıplak hâlidir—maskesiz, savunmasız, ama en sahici biçimiyle. Bu sahicilik, zamanın içinde değil; zamanın ötesinde yankılanır. Ve o yankı, insanın kendini ve ötekini aynı anda duyduğu, aynı anda taşıdığı bir sessizlikte sürer. Sevmek zamanı, işte o sessizliğin en derin anlamıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder