A. öyle sarsılmaz bir doğrulukla konuşur
ki, dinleyicileri ikide bir başlarını sallar. En az iki semirmiş kavramı dans
ettirmeden tek cümle tamamlamaz. Bu parlak sözler değil midir, atlarla tek boynuzluları
birbirinden ayıran? Binlerce alıntıyla konuşur, ama alıntıları sıralarken ne
denli özgündür! Biraz Prometheus, biraz Sanço Panzo’dur.
B.’nin dehasını konuşturduğu alan alay
etmektir. Hayatta en keyif aldığı iş, ne rastlantı! Oradan oraya dişlerini
geçireceği bir şeyler bulma umuduyla seğirtir, en nefret ettiğiyse dişlerini
geçiremedikleridir. Zaten bunlar da B.’nin dişlerini hak etmezler. Kendini bir
kristal kadeh dolusu baldıran zehirine benzetir.
C. kendisi kadar zeki olmadıkları için
gizli gizli acır insanlara. Ama ne yapalım, eşitlik diye bir şey yoktur, hem
onlarda biraz çabalasa artık!
D.’nin en korktuğu şey görülmemektir.
Başkalarını bakışı olmadan nasıl kendinin farkında olabilir ki?
E. yaşamı bir teknik mesele, geleceği
projeler toplamı olarak görür.
F. denize saygı duyar, çünkü onu
şiirlerde okumuştur. Hayatı, beceriksiz bir yönetmenin elinden çıkma kötü bir
film gibi izler.
G. kendini haksızlığa uğramış, kadri
bilinmemiş görür. Bunun acısını da güzel ve güçsüz her şeyden, saflıktan,
neşeden, coşkudan çıkarı. Başkalarının da haksızlığa uğramış oldukları hiç
aklına gelmez, özellikle kendisi tarafından uğratılmışlarsa… Evrensel
haksızlığın taşıyıcı kolonlarından olduğunun farkında değildir.
Ğ. bir virtüöz, bir peygamber, bir
general, bir yıldızdır. İyi ki insanlar onu anlamıyor, yoksa kendinden kuşkuya
düşerdi.
H. yalnızca iyi kitaplar okur, iyi
müzikler dinler. Ama okuduklarının ya da dinlediklerinin “iyiliğinden” başka
şey görmez, duymaz.
İ. bankada kuyruğa girmeyi bir hakaret
gibi görüyor. Dünya elbet ona borçlu, ama borcunu bu kadar eziyet çektirmeden
ödeyemez mi?
K. ustadan ustaya, gurudan guruya koşar.
Yeterince tapıp, yeterince yağmaladıktan sonra, üzerine basıp ötekine geçer.
(Aslında onun da kendi cemaatini kurma vakti gelmedi mi?)
L. “ekmek” yemez, yalnızca Avusturya
ekmeyi ya da Karadeniz mısır ekmeği…
M. çoktandır roman okumuyor, okuyanlar
saf, yazanları cüretkâr buluyor. Romanlardan “öğreneceği” var mı ki?
N. yalnızca az bulanan kitapları okur,
mümkünse başka hiç kimsenin okumadığı, anlamadığı… Yüzyıllar kıyıda köşede
kalmış, unutulmuş bu kadar isimle doluyken, kendi çağdaşlarına gönül indirmez.
Hem onlar fazla ortalıktalar, el sürülmüş, kirli, mundarlar.
O. insanlığı kurtarmak için ateşe
atlamaya hazır, ama insanlar da o denli umut kırıcı ki! Ne diye uymazlar kendileri
için dökülen kalıplara!
P. insanların neden bu kadar ağlayıp
sızladığını anlayamaz, bu da bir mazeret olmalı. Yetmedi mi güçlülerin
güçsüzleri sırtında taşıması? P.çok güçlü olduğundan “fedakârlık” yapabilir,
elbet yalnızca bunun kıymetini bilenlere… Aslında gerçek bir pazarlık
ustasıdır.
R.’nin dünyayla pek işi kalmadı artık,
dünyayı tanıyor, dünya onun tanıdığından başka şey değil.
S. o kadar çok şey bilir ki, artık
yalnızca kendi görüşlerini doğrulamak için okur. Kentler, kadınlar, doğa, her
şey onun görüşlerine uyarlanır. Uyarlanamayan bir şey varsa, o zaten yoktur.
T.’nin hayatta değer verdiği tek şey, en
çok karşı çıkar gibi göründüğüdür: İktidar. Ama araçları öyle incelmiş ki,
birazcık saygıyı hak etmiyor mu?
V. şaşmaz, yanılmaz bir yargıçtır. Bir
yönetmeni ilk filminin ilk dakikasından, bir yazarı ilk kitabının ilk
cümlesinden anlar, değerlendirir, yazgısını belirler. (Hatta kimi durumlarda
daha ilk filmini çekmeden ya da ilk cümlesini yazmadan önce…) Ya sarsılmaz
yargılarına ters düşen bir şey çıkarsa? Onu da görmeyi verir.
Y.’nin hayattaki tek amacı “ben demedim
mi?” demektir. Her türlü yozlaşmadan, ihanetten, alçaklıktan, tükenişten,
yitirilmiş mücadeleden müthiş keyif alır, bir kez daha haklı çıkmıştır.
Z. başkalarında saptadıklarının tıpatıp
kendinde de olduğunu bir fark etse!
Aslı Erdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder