7 Ağustos 2013 Çarşamba

a'dan z'ye insan manzaraları



A. öyle sarsılmaz bir doğrulukla konuşur ki, dinleyicileri ikide bir başlarını sallar. En az iki semirmiş kavramı dans ettirmeden tek cümle tamamlamaz. Bu parlak sözler değil midir, atlarla tek boynuzluları birbirinden ayıran? Binlerce alıntıyla konuşur, ama alıntıları sıralarken ne denli özgündür! Biraz Prometheus, biraz Sanço Panzo’dur.
B.’nin dehasını konuşturduğu alan alay etmektir. Hayatta en keyif aldığı iş, ne rastlantı! Oradan oraya dişlerini geçireceği bir şeyler bulma umuduyla seğirtir, en nefret ettiğiyse dişlerini geçiremedikleridir. Zaten bunlar da B.’nin dişlerini hak etmezler. Kendini bir kristal kadeh dolusu baldıran zehirine benzetir.
C. kendisi kadar zeki olmadıkları için gizli gizli acır insanlara. Ama ne yapalım, eşitlik diye bir şey yoktur, hem onlarda biraz çabalasa artık!
D.’nin en korktuğu şey görülmemektir. Başkalarını bakışı olmadan nasıl kendinin farkında olabilir ki?
E. yaşamı bir teknik mesele, geleceği projeler toplamı olarak görür.
F. denize saygı duyar, çünkü onu şiirlerde okumuştur. Hayatı, beceriksiz bir yönetmenin elinden çıkma kötü bir film gibi izler.
G. kendini haksızlığa uğramış, kadri bilinmemiş görür. Bunun acısını da güzel ve güçsüz her şeyden, saflıktan, neşeden, coşkudan çıkarı. Başkalarının da haksızlığa uğramış oldukları hiç aklına gelmez, özellikle kendisi tarafından uğratılmışlarsa… Evrensel haksızlığın taşıyıcı kolonlarından olduğunun farkında değildir.
Ğ. bir virtüöz, bir peygamber, bir general, bir yıldızdır. İyi ki insanlar onu anlamıyor, yoksa kendinden kuşkuya düşerdi.
H. yalnızca iyi kitaplar okur, iyi müzikler dinler. Ama okuduklarının ya da dinlediklerinin “iyiliğinden” başka şey görmez, duymaz.
İ. bankada kuyruğa girmeyi bir hakaret gibi görüyor. Dünya elbet ona borçlu, ama borcunu bu kadar eziyet çektirmeden ödeyemez mi?
K. ustadan ustaya, gurudan guruya koşar. Yeterince tapıp, yeterince yağmaladıktan sonra, üzerine basıp ötekine geçer. (Aslında onun da kendi cemaatini kurma vakti gelmedi mi?)
L. “ekmek” yemez, yalnızca Avusturya ekmeyi ya da Karadeniz mısır ekmeği…
M. çoktandır roman okumuyor, okuyanlar saf, yazanları cüretkâr buluyor. Romanlardan “öğreneceği” var mı ki?
N. yalnızca az bulanan kitapları okur, mümkünse başka hiç kimsenin okumadığı, anlamadığı… Yüzyıllar kıyıda köşede kalmış, unutulmuş bu kadar isimle doluyken, kendi çağdaşlarına gönül indirmez. Hem onlar fazla ortalıktalar, el sürülmüş, kirli, mundarlar.
O. insanlığı kurtarmak için ateşe atlamaya hazır, ama insanlar da o denli umut kırıcı ki! Ne diye uymazlar kendileri için dökülen kalıplara!
P. insanların neden bu kadar ağlayıp sızladığını anlayamaz, bu da bir mazeret olmalı. Yetmedi mi güçlülerin güçsüzleri sırtında taşıması? P.çok güçlü olduğundan “fedakârlık” yapabilir, elbet yalnızca bunun kıymetini bilenlere… Aslında gerçek bir pazarlık ustasıdır.
R.’nin dünyayla pek işi kalmadı artık, dünyayı tanıyor, dünya onun tanıdığından başka şey değil.
S. o kadar çok şey bilir ki, artık yalnızca kendi görüşlerini doğrulamak için okur. Kentler, kadınlar, doğa, her şey onun görüşlerine uyarlanır. Uyarlanamayan bir şey varsa, o zaten yoktur.
T.’nin hayatta değer verdiği tek şey, en çok karşı çıkar gibi göründüğüdür: İktidar. Ama araçları öyle incelmiş ki, birazcık saygıyı hak etmiyor mu?
V. şaşmaz, yanılmaz bir yargıçtır. Bir yönetmeni ilk filminin ilk dakikasından, bir yazarı ilk kitabının ilk cümlesinden anlar, değerlendirir, yazgısını belirler. (Hatta kimi durumlarda daha ilk filmini çekmeden ya da ilk cümlesini yazmadan önce…) Ya sarsılmaz yargılarına ters düşen bir şey çıkarsa? Onu da görmeyi verir.
Y.’nin hayattaki tek amacı “ben demedim mi?” demektir. Her türlü yozlaşmadan, ihanetten, alçaklıktan, tükenişten, yitirilmiş mücadeleden müthiş keyif alır, bir kez daha haklı çıkmıştır.
Z. başkalarında saptadıklarının tıpatıp kendinde de olduğunu bir fark etse!


Aslı Erdoğan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder