Âşık olduğumuzda genelde iştahımızı
kaybederiz. Psikiyatrist Dr. Christopher bu durumdan sinirsel heyecanı sorumlu
tutuyor. “Tutku duyduğunuz bir objeyle karşılaşmak korku duyulanla karşılaşmaya
benzer” diyor Dr. Christopher. “Kalp atışınız hızlanır, nefesiniz sıklaşır,
kanınıza adrenalin ve glucose pompalanır ve kaslarınız gerilerek harekete hazır
hale gelir. Ve tüm bunlar olurken midenizin çevresindeki damarlar büzülür ve
yemek o an aklınıza son gelen şeydir”. Peki, bu durum ne kadar sürer? Dr.
Jarman “Kovalamaca sürdükçe” diyor. 
Aşk ve iştah, insanın en ilkel ama en rafine dürtülerinden ikisidir; biri ruha, diğeri bedene seslenir gibi görünse de, aslında ikisi de varlığın aynı merkezinden doğar. Aşkta arzu, iştahın karşılığıdır; iştah ise aşkın maddi izdüşümüdür. İnsan, sevdiğinde doymak ister; doyduğunda sevmeye daha yatkın hâle gelir. Bu iki hâl, birbirini besler, birbirini çağırır. Çünkü aşk da iştah gibi, bir eksiklikten değil, bir taşkınlıktan doğar.
İştah, yalnızca açlığın giderilmesi değil; varlığın kendini duyumsama biçimidir. Tıpkı aşk gibi, iştah da bir yönelmedir: bir şeye, bir bedene, bir tada, bir anlama. Aşkla yenen bir lokma, yalnızca besin değil; bir ritüeldir. Ve bu ritüel, insanın kendini hem maddi hem manevi olarak var etme çabasıdır. Aşkın dokunuşu ile iştahın tadı arasında ince bir bağ vardır; biri teni uyandırır, diğeri dili. Ama her ikisi de insanı kendine döndürür.
Aşk da iştah da sınır tanımaz; ikisi de taşarsa yakar, eksilirse kurutur. Bu yüzden ikisinin de dengesi, insanın içsel ritmiyle kurulur. Aşkta olduğu gibi, iştah da bir seçicilik ister; neyi sevdiğin kadar, neyi reddettiğin de seni tanımlar. Sofrada seçilen yemek, aşkta seçilen kelime gibidir—bir anlam taşır, bir yön verir. Ve bu yön, insanın arzularıyla değil, arzularını nasıl taşıdığıyla ilgilidir.
Sonuçta aşk ve iştah, insanın varoluşsal açlığının iki farklı dilidir. Biri sevilmek ister, diğeri beslenmek; ama ikisi de doyurulmadığında aynı boşluğu üretir. Aşkın açlığı ile iştahın susuzluğu aynı yerden konuşur: eksiklikten değil, arayıştan. Ve bu arayış, insanı hem kendine hem ötekine yaklaştırır. Çünkü aşk da iştah da, insanın kendini tanıma biçimidir—bir lokmada, bir bakışta, bir suskunlukta.
İştah, yalnızca açlığın giderilmesi değil; varlığın kendini duyumsama biçimidir. Tıpkı aşk gibi, iştah da bir yönelmedir: bir şeye, bir bedene, bir tada, bir anlama. Aşkla yenen bir lokma, yalnızca besin değil; bir ritüeldir. Ve bu ritüel, insanın kendini hem maddi hem manevi olarak var etme çabasıdır. Aşkın dokunuşu ile iştahın tadı arasında ince bir bağ vardır; biri teni uyandırır, diğeri dili. Ama her ikisi de insanı kendine döndürür.
Aşk da iştah da sınır tanımaz; ikisi de taşarsa yakar, eksilirse kurutur. Bu yüzden ikisinin de dengesi, insanın içsel ritmiyle kurulur. Aşkta olduğu gibi, iştah da bir seçicilik ister; neyi sevdiğin kadar, neyi reddettiğin de seni tanımlar. Sofrada seçilen yemek, aşkta seçilen kelime gibidir—bir anlam taşır, bir yön verir. Ve bu yön, insanın arzularıyla değil, arzularını nasıl taşıdığıyla ilgilidir.
Sonuçta aşk ve iştah, insanın varoluşsal açlığının iki farklı dilidir. Biri sevilmek ister, diğeri beslenmek; ama ikisi de doyurulmadığında aynı boşluğu üretir. Aşkın açlığı ile iştahın susuzluğu aynı yerden konuşur: eksiklikten değil, arayıştan. Ve bu arayış, insanı hem kendine hem ötekine yaklaştırır. Çünkü aşk da iştah da, insanın kendini tanıma biçimidir—bir lokmada, bir bakışta, bir suskunlukta.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder