Ceza ya da ödül her ikisi de insanı
etkiler. Ama birisinde zorlama, bir diğerinde teşvik söz konusudur. Zorlamada,
içten gelmeyen ve hatta içten gelene karşı bir yaptırım olduğu için başarı
şansı zayıftır; sürekli takip edilmesi, her aşamada baskının hissettirilmesi
gibi kişilik zedeleyici özelliği ağır basmaktadır. Ödüllendirmede ise moral
kondisyonun arttığı görülür. Kişi, kendi kendini zorlar, dıştan herhangi bir
baskıya gerek duymaksızın ödülü hak edecek sonuca ulaşmaya çalışır. O,
zorlamadakinin aksine yaratıcı bir bireydir, yaptığı işe tüm kültürünü, tüm
kabiliyetini yansıtır.
Ödül, çoğu zaman bir teşvik gibi sunulur; ama derinlemesine bakıldığında, bir onaylanma arzusunun dışavurumudur. İnsan, ödülle kendini haklı çıkarır; ceza ile kendini sorgular. Bu yüzden ödül, rahatlatıcı ama yüzeysel; ceza ise sarsıcı ama dönüştürücüdür. Gerçek değişim, ödülle değil; cezayla başlar. Çünkü insan, acıdan geçmeden hakikate ulaşamaz. Ceza, bir son değil; bir başlangıçtır—özellikle içsel olanı.
Toplumsal düzlemde ceza ve ödül, düzenin sürdürülmesi için araçsallaştırılır. Ancak bu araçsallaşma, bireyin etik derinliğini çoğu zaman göz ardı eder. Bir davranışın ödüllendirilmesi, onun doğru olduğu anlamına gelmez; tıpkı cezalandırılan bir eylemin her zaman yanlış olmayabileceği gibi. Bu noktada ceza ve ödül, adaletin değil, normların temsilcisi hâline gelir. Ve normlar, hakikatin değil; alışkanlığın dilini konuşur.
Sonuçta ceza da ödül de, insanın kendini tanıma sürecinde birer duraktır. Önemli olan, bu duraklarda ne kadar kalındığı değil; oradan nasıl geçildiğidir. Ödül, insanı dışa; ceza, içe yöneltir. Ve içe yönelmek, her zaman daha zor ama daha sahicidir. Ceza ya da ödül, yalnızca bir sonuç değil; bir sorudur: “Kimim, ne yaptım, neden yaptım?” Bu sorulara verilen yanıtlar, insanın ahlâkî haritasını çizer. Ve bu harita, ödülün parıltısından değil; cezanın gölgesinden geçerek anlam kazanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder