3 Mart 2015 Salı

Ayşe Arman - Alya, Sevgilim ve ben Bizim hikâyemiz…



Kitabın Adı   : Alya, Sevgilim ve ben Bizim hikâyemiz…

Yazarı            : Ayşe Arman

Yayınevi         : Doğan Egmont Yayıncılık

Sayfa Sayısı   : 184

Türü               : Biyografi / Anı

Okuduğum Tarih: 02.09.2014 - Salı
                               
Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden Alıntı:
Hamileler sıkıcı olmak zorunda mı? Mavi yolculuk mu dediniz?
Herkesin adını duyduğunda “Oooooo!” diye çığlıklar attığı bu seyahat türü, beni oldum olası korkutur. Çünkü teknenin içine girdin mi, orada her şey mümkündür. O sevimli ters ceviz kabuğunun içinde, insanlarla bütünleşebilirsin de, günlerce birbirini yılan gibi sokabilirsin de. Can ciğer kuzu sarması dostlar, kanlı bıçaklı olabilir. Karı kocalar birbirinin saçını başını yolabilir. Tekne, insanın karakterini ayırt eden önemli mihenk taşlarından biridir. Hem seyahat, hem içki, hem boş zaman.
Kız mı? Erkek mi?
Zaten bebeğin cinsiyetini belirleyen de siz değilsiniz Hanımefendi, eşiniz. Doğru ya X’ler ve Y’ler. Babadan X geçerse, anneden gecen X’le XX oluyor; gözünüz aydın bir kızınız dünyaya geliyor. Babadan Y geçerse, anneden geçen X’le XY oluyor, “Tebrikler bir oğlunuz oldu” deniyor. Bu işin kadınlarla zerre kadar alakası yok yani. Çocuğun cinsiyetini belirleyen anası değil, babası!
Ultrason dediğin şey almış başını gitmiş, bebeğini resmen üç boyutlu görüyorsun; bebeğin esniyor, gözlerini ovuşturuyor, o küçücük yerde bir dünya kurmuş kendine, mutlu mutlu yaşıyor, dönüyor, taklalar atıyor ve sen film gibi onu seyrediyorsun.
Benim güzel balerin mamim
Demek istiyorum ki, anasını satayım, ben kendimi çok zorluyorum. Ne boktan bir şeymiş kadın olmak! Hem çocuk hem kariyer yapmak. Hem anne hem sevgili olmak. Hem yaratıcı fikirler bulmak, acayip röportajlar attırmak, hem de bakımlı güzel, fit ve sağlıklı olmaya çalışmak. Her konuda dengeyi bulmak. Benim durumunda bir de hem İstanbul’da hem Dubai’da yaşamak. Tünel’de bir kitapçıdan, Dubai’deki evin duvarına asmak üzere 1870’lerden kalma Le Monde ve The Illustrated London News gazetelerinin orijinal birinci sayfalarını aldık.
İçimde kuşlar uçuyor
Düşünsenize, bir sevişmeden sonra, içinizde mercimek büyüklüğünde bir şey oluyor. Zamanla o bir şey, bir insana dönüşüyor. Hanımefendi ya da beyefendi size rağmen ama sizin içinizde, kendine yeni bir dünya kuruyor. Gülüyor, uyuyor, yemek yiyor, dinliyor, parmaklarını emiyor, oyunlar oynuyor, taklalar atıyor. Lunapark mı orası? İnsanın, “Yok artık daha neler!” diyesi geliyor.
Zaten hamileliğin en oyuncaklı ve en sürprizli tarafı bu: Ertesi günkü ruh halinin ne olacağını bilmiyorsun. “Bir sonraki bölümde ne olacak acaba?” diye meraklandığın bir kitaba dönüşüyorsun. Bir gün kırılgan bir melek, bir sonraki gün herkesi ısırmaya hazır bir şeytan oluveriyorsun. İnişli çıkışlı, evlere şenlik bir durum yani! Ama şahane bir dönem olduğu kesin.
Nasıl anlatsam size? Hani Yeni Cami’nin önünde güvercinlerden biri birdenbire havalanır ya, olağanüstü bir görüntüdür, insana çocuksu bir sevinç verir, sen huşu içinde seyredersin, işte karnımın içinde ondan oldu. Durum absürd tabii! Dışarıda başka bir şey oluyor, karşındaki insan senin sorduğun soruya cevap veriyor, sen de onu dinliyorsun ama aynı anda kulağın bedeninde, kendi kendini dinliyorsun… İtiraf etmeliyim ki, kimi dinlediğin biraz karışıyor! Sen içinden her iki dünyayı da hissediyorsun. Ama dışından sadece aptal aptal gülümsüyorsun.
Sonra Çamlıca gazozu dönemi başlıyor. Hani Çamlıca gazozunun kapağını açarsın, köpükler ve baloncuklar oluşur, onlar minik minik patlar, işte öyle karnının içi fısır fısır. Kelebeklerden sonra içimde olan buydu. Hoş bir duygu. Bizim kızın Çamlıca gazozunu seveceği daha doğmadn belli oldu! Bir sonraki dönemin başlığı Kerime Nadir’den: Hıçkırık. Allah Allah, içimde biri hıçkırıyor sanki! Ama bir kere hıçkırıyor. Sonra duruyor.
Ve sessizlik. Daha önceki kelebeklerden ve gazoz fısırtılarından daha büyük bir hareket bu hissettiğim. Sakın yanlış anlamayın, çocuk değil hıçkıran, karnım bağımsız bir canlı varlıkmış gibi hıçkırıyor kendi başına. “Acaba ben mi yanlış duydum?” oluyorsun, etrafına bakıyorsun ama kimseyle konuşamıyorsun. Çünkü o sesi senden başka duyan yok!
Yaşıyorum hayattayım sağlıklıyım doğurdum
Özgür ruhlardan da iyi anne olurmuş.
Dikkat loğusa geliyor
Kanıma bulaşan zehri ilk o gece fark ettim. Yani o geceye rastlıyor bir atmacaya dönüşmeye başlamam. O kadar hoşuma gitti ki durum. Bir tarafta aşık olduğum adam, bir tarafta dünyalar güzeli bebeğim. Bir elim onda, bir elim öbüründe. “Dünyanın gerisinden bana ne!” diyorsun. Yeryüzündeki her şey o anla, o fotoğrafla, o duyguyla sınırlı kalsın istiyorsun. Ve güç sonuna kadar sende olsun.
İnsanın hayatına annesinin eli değince
Uyurken bir kediler böyle güzel olur, bir de bebekler!
Öğle saatlerinde 3.kural konuluyor. Bu bizi biraz zor durumda bırakıyor. “Siz bur evde 3 kadınsınız. İnoka, sen ve Gülşen Hanım. Hatta Alya’yı da dahil ederek 3,5 kadın…” anladım “teaser” yapıyor, birazdan ağır bindirecek. Nitekim yanılmıyorum: “3,5 kadına bir erkek ve buzdolabında bir tane bile zeytinyağlı yemek yok. Senin baban sofrada her gün iki tane zeytinyağlı yemek bulamazsa evi başıma yıkar. Bana sakın kadın-erkek eşitliği gibi şeyler söyleme; her erkek işten eve geldiğinde o gün pişmiş yemek bulmalı. Kadın çalışıyorsa da bunun sistemini kurmalı.” Biraz utanıyorum, başımı öne eğiyorum. Can alıcı cümle ardından geliyor: “Her çocuğun da dolma pişirmesini bilen annesi olmalı.” İyice ezik, “Tamam” diyorum. “öğreneceğim.” “Öğlen birlikte yapalım da sen tarifini yaz.” Annemin bu Dubai seferinden kazancım bir yemek defteri. Birinci sayfada kocaman harflerle “dolma” yazıyor. Sonra “etli sarma”, “zeytinyağlılar” ve “barbunya” diye ayrı bölümler var. Kolay yemekler bölümünde de “kabak çintmesi”.
Buyurun size bir Mami kuralı daha. Değişik tatlara açık olmalıymışız. Hem biz hem Alya. Türkiye’de yaşasa sadece elma, armut, muz, portakal, hadi bilemedin kivi, ananas yiyecekmiş. Ama bu ülkede sonsuz sayıda egzotik meyve varmış, neden zamanı gelince hepsini denemesinmiş. Hay hay. “Peki, biz neden Sri Lanka yemeği denemeyecekmişiz, mesela yarın öğlen?” anlamadım. Ben anlayıncaya kadar İnoka, Sri Lanka yemeği yaptı. Vay be. Ananaslı körili tavuk ve şahane bir sebzeli çilav.
7 aylık kızımızla seyahate gidiyoruz
Anne-baba-çocuk tatili. İstikamet İtalya. Milano’ya uçuyoruz, oradan araba kiralayıp Como Gölü’ne gidiyoruz. Oradan, ver elini Portofino. Size küçük bir sır: Alya’nın göbekbağını da götürüyoruz yanımızda. Artık San Remo’da mı, Monaco’da mı, Nice’te mi, bir yerlere bırakacağız işte. Akşamları 19.30’da kızımı yıkayıp yatıracağız, biz sevgilimle otel odasında adam asmaca ve tavla oynayacağız.
Milano-Como-Portofino-San Remo Bambino-Tiamo
Villa d’Este, dünyanın en romantik, en klasik otellerinden biri. Como Gölü’nün eşiğinde. Çırağan ile Boğaz ilişkisi gibi. Ama onların Boğaz’ı mahvedilmemiş. Villa d’Este’nin 500 yıllık bir tarihi var, aslında İngiliz kraliçesinin eviymiş, 1873’te otel haline getirilmiş. Alfred Hitchcock’ün dünyadaki en favori mekanıymış, bütün yaz tatillerin burada geçirirmiş. Mark Twain, Greta Garbo, Betty Davis, Clark Gable, Gary Cooper gibi bir sürü insan kalmış, Mel Gibson’dan Sharon Stone’a, Sting’den Madonna’ya kadar. Donna Karan ve Ralph Lauren’in ikinci evi bile sayılabilirmiş.
Como, Portofino’nun yanında fazla sofistike ve snop kalıyor. Burası bildiğin küçük bir balıkçı kasabası. Ne var ki, fiyatlar büyük. Biraz pahalı yani. Ama beni Como’dan daha çok etkiledi bilesiniz. Tabii, bir annenin bu yargısında bebeğinin Portofino’da sorun yaratmamış olmasının da etkisi bir hayli yüksektir. O kadar sevdim ki, “Acaba göbekbağını buraya mı gömsek?” diye bile düşündüm. Çünkü en çok istenen şey, aşk ve huzur, bir aradaydı Portofino’da. Bu kasabada iki gün kaldın mı ahaliden oluyorsun, herkesi tanıyorsun. Selam veriyorsun, selam alıyorsun.
Yürü be Alya, kim tutar seni
Hani öyle dalgın, üzgün ve durgun olursun ya bazen. Kendi içinde kaybolmuşsundur. İçine kaçmışsındır. Birden bir şey olur, beklemediğin bir şey, biriyle göz göze gelirsin mesela. Kendini yakalanmış hissedersin. Çırılçıplak hissedersin. Kalakalırsın. Donakalırsın. Karşındaki, o kısacık anda fotoğrafını çeker sanki. Ruhunun fotoğrafını.
Kızım, bazen bana sevdiğim adam gibi bakıyor. O bakış, o aşık olmama sebep olan bakış, kızımın içinden bir anda geçiveriyor. Yoksa, biz çocuklarımızı bu yüzden mi bu kadar çok seviyoruz? Sevdiğimiz erkeklerin, kadınların birer parçası oldukları için mi? Onlar gibi baktıkları, onlar gibi güldükleri için mi?
Alya’yla anaokulu macerası
Norma Razon, çocuk eğitiminde hiçbir şeyin sert ve birden yapılmaması gerektiğini söyledi. Feriha Dildar da bağımlılıktan önce bağlılığa, daha sonra bağımsızlığa geçilmesi gerektiğine dikkat çekti. Alya yaşında bir çocuğun buna zorlanmasının travmatik sonuçlara yol açabileceğini de ekledi. Bir de tavsiyede bulundu: “Alya’yı elinden tutun, o okula yeniden gidin. O sınıfta siz varken yine oynasın o oyuncaklarla. Sonra da herkese bay bay yapsın öyle ayrılsın oradan. İyi bir finali olsun bu okul macerasının.”
Mutfaktan bildiriyorum
Burası, kendimi hayatta en mutlu hissettiğim yer. Ooooooooooooo! Hemen atlamayın, yanlış imajlara kapılmayın. Hayır, yatak odası değil: Mutfak. Ben sütlaç yapıyorum, sevgilim rozbif. Alya da, pilli küçük mikseriyle bebeğine mama hazırlıyor. Sonsuza kadar saklamak istediğim karelerden biri, bu işte. Üçümüz mutfaktayız. Çekirdek aile. Fonda Diana Krall çalıyor. Bahçeye asılı rüzgargülünün sesi bize kadar ulaşıyor. Düdüklü tencerenin sesi ve buharı, özel bir ortam yaratıyor. Ocağın tütmesi görüntüsü bu. Rozbif ile sütlacın kokusu birbirine giriyor. Müthiş. Huzur bu. Mutluluk bu. Alya, Ikea’dan aldığımız yedi cüceler masasında, ciddi ciddi bebeğine mama hazırlama görüntüsünden sıyrılıp aniden kendi mamasının peşine düşüyor: “Mattaa, mattaaa…” Mattaaa, makarna. Makarna delisi, bizim kızımız. Tercihi de penne!
Mutluluk, benim için yıllar içinde pek çok şey oldu. Önce, özgürlüktü. Cesaretti. Uçlarda yaşamaktı. Sabahlara kadar zıplamak, gün ağırırken eve gitmek ya da arabada oturup sabahlara kadar Boğaz’ı izlemekti. Arkadaşlarımla paylaştıklarım mutluluktu. Bunların hepsi, şimdi de mutlu eder beni. Ama o zamanlar, mutfakla yakalanabilecek mutluluklardan haberim dahi yoktu. Niyetim de yoktu. Şimdi, “Hayatımın sonuna kadar saklamak isteyeceğim karelerden biri bu” diyecek kadar seviyorum mutfağı ve burada birlikte paylaştıklarımızı.



Arka Kapak: En başta “Alya kitabı” yapmak üzere yola çıktık. Ama sonra baktık, kitap, “Alya kitabı” olmaktan çıkmış, esas olarak bizim minik, çekirdek ailemizin hikayesi olmuş. Bu sayfalar bizi anlatıyor. İçeriden sansürsüz. Katıksız. Bu kitap, buzdolabının üzerine yapıştırılmış olan, yazı masamın arkasında asılı duran fotoğraflardan oluşuyor. Tamamen doğal fotoğraflar. Bizim ev halimiz. En basit, en yalın, en samimi… Ve ben seviyorum bu halimizi. Bu benim hayattaki en büyük başarım; böyle bir aileye sahip olmak…
Kadın Karadeniz yollarında
Evet, budur. Benim için seyahat budur. Ailecek bir arabanın içinde kıkırdamak, kahkaha atmaktır. Birlikte şarkılar söylemek, “Ver bakalım o poğaçadan bir tane” diye seslenmektir. “Alya, kafanı teyzenin kucağına koy” diye akıl vermektir. Ve o arada, pencereden akıp giden olağanüstü güzel bir memleket seyretmektir. Sık sık mola vermektir. O ağaçlara, tepelere, dağlara, yeşile dalıp gitmektir. Sevgiliye mesaj çekmek, “Keşke sen de burada olsaydın” demektir. Mis gibi havayı içine çekmektir. Huzuru, derinin altında dolaşmasını hissetmektir. Burası, bu muhteşem memleket, Doğu Karadeniz…
Altındere Milli Parkı sınırları içindeki Sümela Manastırı’nı geride bırakıyoruz, istikamet Çamlıhemşin; sahil boyunca Rize, Ardeşen ilerliyoruz. Mükemmel bir coğrafya. Ama beni en çok etkileyen insanları. Tanıştığımız herkes, bütün halalar, dayılar (Karadeniz’de sizden yaşça büyük bütün kadınlara hala, erkeklere ise dayı deniyor) inanılmaz sıcak, yakın, verici ve misafirperverdi. Konuşkan, hoşsohbet, tulumun sesini duyduğunda yerinde duramayan eğlenceli, hareketli, neşeli insanlar.
Çamlıhemşin’de o güzel yeşil doğa, değişiyor. Daha tutkulu bir hale geliyor. Birbirinin içine geçmiş, müthiş bir şenlik. İnsan, Karadeniz’de doğanın çıldırmışlığına tanık oluyor. Dereler bile daha farklı, daha bir coşkulu akıyor. Hava serinliyor, Allah’tan polar molar getirmişiz; temmuz ayında kat kat giyinmeye başlıyoruz, ayağımıza çoraplar geçiriyoruz. Şimdi Şenyuva’dayız, eski ismiyle Çinçiva. Bu yöredeki pek çok yer ismi, Ermenice. Karadeniz’in etnik kökeni beni büyülüyor.
Budur. Hayalini kurduğum yer burasıdır. Rüyalarımda gördüğüm yer. Kafamdaki resim aynen buydu. Adı Pokut. Ben böyle güzel bir yayla görmedim. Bu kadar iyi korunmuş dört beş yayla var Doğu Karadeniz’de: Sal, Pokut, Hazindağ, Samistol, Amlakid.
Oysa Pokut, el değmemiş bir yer. Bakire bir yayla. Elektrik gelmiş ama toprağın altından geçirmişler, dokusunda herhangi bir bozulma yok. Toplam 40 ev filan var. Dağların en en tepesinde, bulutların içinde çok özel bir yer. Sen yürüyorsun, bulutlar yanından geçiyor, sana selam veriyor. Söylüyorum, cennet burası.
Çam ve ladinlerin arasından yürümek, patikalarda ilerlemek bin bir türlü bitki görmek, yeşilin her tonunu içine çekmek, nefis. Arada küçük molalar veriyoruz, ama epey bir yol yürüyoruz. Alya’nın keyfine diyecek yok, çocuk görmemiş tabii böyle bir yeşil, ceplerini kozalaklarla ve çiçeklerle dolduruyor. Sonra neredeyse bütün Fırtına Vadisi’ni tepeden gören bir yerde öğle yemeğimizi yiyoruz. Birden ortalığı sis kaplıyor, göz gözü görmez oluyor, biz de evimize dönüyoruz. Çıtırdayan soba başında sırılsıklam olmuş botlarımızı kurutuyoruz. Nasıl bir keyif anlatamam. Mıhlamayı çatalla değil de, mısır ekmeğine sararak elle yemek de öyle. Sobanın çıtırtısı eşliğinde bir köşeye kedi gibi kıvrılıp uyumak da, hayal kurmak da. Edepsiz türküler dinlemek de. Akşam, yine tulumun sesi başlıyor. Ve kapının önüne çıkılıyor, horon tepilecek. Müthiş seksi bir dans bu horon.
Biri beni sustursun, yoksa sonsuza kadar Doğu Karadeniz’i anlatabilirim! Herkese kendi Doğu Karadenizini, yaylasını, Kaçkarını yaşamasını veya keşfetmesini tavsiye ederim.
Anne baba çocuk tatili 2 Amekila
Bir çocuğun kişisel tarihini oluşturan bütün çizgi film karakterleriyle, masal kahramanlarıyla bir anda karşılaşması izlenmesi müthiş bir sosyopsikolojik vaka. İlk fırsatta anlatacağımdan emin olabilirsiniz.
Biz Los Angeles, San Diego ve San Francisco yaptık. Esas olarak da Alya için çalıştık. Disneyland, Universal Stüdyoları, Los Angles ve San Diego Hayvanat Bahçesi’nden sonra sıra Legoland’de
Sıra Sea World’de. O da San Diego yakınlarında. Adından da anlaşılacağı gibi deniz hayvanlarının yaşadığı bir cennet. Yunuslar, balinalar, foklar, köpekbalıkları, kaplumbağalar, penguenler. Çok ama çok güzel bir yer. Bir tüm gün ayırmak gerekiyor.
Ben yol severim, arabayla yol yapmayı severim. Babamla da böyle güzel anılarım var. Aile olmanın ideal unsurlarından biridir. Hele de yol güzelse. Los Angeles’ı San Francisco’ya bağlayan yol 101. Bir de sahil yolu var. Olağanüstü güzel bir yol. Denizin dibinden gidiyorsunuz. Biz işte o yolu yaptık. Santa Barbara ve Carmel’de konakladık. Carmel, bir zamanlar aktör Clint Eastwood’un belediye başkanlığı yaptığı kasaba. Bütün bu seyahat boyunca en beğendiğim yer oldu. 17 Miles diye bir doğal park var, “Ben burada ölmek istiyorum” dedim. Kayalık ve dalgalar, müthiş güzel evler, acayip bir doğa ve çok güzel dev ağaçlar. Carmel aynı zamanda butik otellerin olduğu bir göl bölgesi. Bir gün yolunuz oralara düşerse, mutlaka gidin.
Bodrum Bodrum
Dünyanın en basit, en sade ve en şahane tatili bu. Alya, Mami, Mami’nin köpeği Kuki, Necla ve ben. 4 insan, 1 köpek ama neticede 5 kadın, ağustosböceklerinin hiç susmadığı, pencerelerinden begonvillerin sarktığı, ortası avlulu, ahşap panjurlu, bembeyaz bir Bodrum evindeyiz. Çevremizde bir sürü güzel ev var, orijinal haliyle oynanmış, ortaya çok şık evler çıkmış; bizimki öyle değil, tatilimiz kadar basit, süssüz, yalın…
Yüzüyoruz, hayallere dalıyoruz, kitap okuyoruz; öğleden sonraları “Uyuuuu uyuuu” diyen bir rüzgâr başlıyor, insan yavaşlıyor, ağırlaşıyor, elindeki dergi filan kayıp yere düşüyor, of ki ne of, hepimiz bir yerlere devrilip uyuyoruz. Kızım hep benimle uyumak istiyor, biz odamıza kaçıyoruz, “Ben seni yıldızlar kadar seviyorum”, “Ben seni güneş kadar”, “Ben seni çöldeki kum tanelerinin toplamı kadar” diye diye uykuya dalıyoruz.



İnceleme Notu:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder