Kitabın Adı : Kırmızı Bisiklet
Yazarı : Can Dündar
Yayınevi : İmge
Kapak Tasarım : Murat Özkoyuncu
Sayfa Sayısı : 169
Okuduğum Tarih : 12.05.2008 Pazartesi
Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden
Alıntı:
Yaşam
Bisikletinin Selesinde:
Kalabalık
konferans salonunda, mesleğinin doruğunda bir avukat, o gün mezun olacak hukuk
öğrencilerine hitap etmek üzere kürsüye geliyor. Herkes meslekten söz edeceğini
zannederken O, hayatı anlatıyor:
“Hepiniz
kişisel yaşamınızı bir kenara koyup çok çalışabileceğinizi kanıtladınız” diyor
bilge hukukçu; “… ama unutmayın ki, ölüm döşeğindeki birini “Keşke işime biraz
daha zaman ayırabilseydim” dediği duyulmamıştır. Çocuk sahibi olacak kadar
şanslıysanız, onların göz açıp kapayana kadar büyüyeceklerini ana babalarınız
size söyleyecektir. Buna ben de tanıklık edebilirim. Çocuklarımıza hikaye
okuma, onlarla balığa çıkma, yakalamaca oynama ve birlikte dua etme fırsatını
Tanrı ancak belli bir ölçüde bahşeder bize… Bunlardan birini bile kaçırmamaya
özen gösterin. Nasıl olsa işiniz, çocuklarınız gittikten sonra bile, orada sizi
bekliyor olacaktır”.
Bu
konuşmadan 6 hafta sonra yaşlı avukatın intihar haberi geldi.
Kimbilir
neyin pişmanlığıyla kıymıştı canına…
Hayata
veda ederken, en çok kiminle vakit geçirmediğine yanmıştı kim bilir…
“Ben
aslında O’nun için çalışıyorum”, sıkça sarıldığımız bir bahanedir, ama O’na
hiçbir zaman “Daha çok parası olan bir baba mı istersin, daha çok seninle olan
bir baba mı” diye sormamışızdır.
Babalık
için uçurtma almak yetmez, birlikte uçurmak gerektir.
Son
Mahalle:
Zaman,
o çok bildik posterdeki gibi “veresiye satan”ın aleyhine işlerken, “peşin
satan”ın kasasını doldurmuş ve market bakkalı, konfeksiyon da terziyi
öldürmüştü.
Mahalleler
“steril site”lere dönüşmüş, sokaklar adlarını bırakmış, birer numara olmuştu.
Ne
sokakta çocuk kalmıştı ne balkonda asma ne arkada arsa…
60’larda
coşkuyu, 70’lerde kavgayı, 80’lerde süngüyü görüp geçirmiş pembe ev, 2000’lerin
hoyratlığına dayanamadı.
Babalar
ve Çocuklar:
Oyuncaklar…
çocuklarımıza ayıramadığımız vakitlere karşı verdiğimiz rüşvetler… Oysa
oyuncaktan çok, onları birlikte oynayacağı bir babaya ihtiyacı var çocukların. Tıpkı
babaların hediyeden çok, ziyaretine gelip onlarla dertleşecek çocuklara
ihtiyacı olduğu gibi…
Tutkunun
Son Durağı:
Oysa
bez mendiller kağıt peçetelere yenik düştüğünden beri her şeyi “kullanıp
at”mıyor muyuz? Pencerelerimizi Vita kutusunda sardunya yerine, plastik
çiçekler süslemiyor mu? Kediler tüy döküyor diye pilli bebekler sevmiyor muyuz?
“Verdiği
nevresim daha dayanıklı” diye gazetesini, “Lideri daha babacan” diye partisini,
“Avrupa’da kazanamıyor” diye takımını değiştirebilenlerin yenidünyasında
fanatik bağımlılıklar son buluyor.
Çocuklar,
İnadına Sokağa:
Çocuğa
ayıracak vakti olmayan büyüklerin de gönüllü katıldığı sinsi bir kuşatma
sokağı, bahçeyi, kırı, çimi, karı, yağmuru, toprağı siliyor çocuklarımızın
hayatından…
Kuralsız,
özgür, başına buyruk, düşe kalka büyüyeceği bir doğal yaşam yerine onları evde,
kreşte, okulda kampa, kursa sokup hayatla, parayla, başarı hırsıyla erken
tanıştıracak bir yarışa hazırlıyoruz.
Böylece
ömür boyu sürecek bir öğütülmeyi her gün biraz daha erkene çekiyoruz.
Yarına
yalnız ve bunalımlı çocuklar hazırlıyoruz.
Bu
kuşatmayı yarmanın tek yolu insanoğlunun kendisi gibi olabildiği yegane hayat
parçasını, yani çocukluğu sonuna kadar savunmaktır.
O
periyodu kısaltmak bir yana, ne kadar uzatıp tüm ömre yayabilirsek o kadar başı
dik, özgüveni olan, doğayla ve kendisiyle barışık kuşaklar yetişir.
Kaybolan
çocukluğu yeniden bulabilmek için, evlatlarımızın ayaklarına bağladığımız altın
prangaları çözecek bir “çocuk hakları hareketi”ne ihtiyacımız var.
Yeniden
çocuk şarkıları söyleyip onlara kendi kıyafetlerini, yiyeceklerini, çocuk
bahçelerini geri verecek bir hareket lazım.
Eski
oyunların keyfini taşıyan ve sokaktan doğan bir hareket.
Bırakın
Oynasınlar:
Reklamlarda,
defilelerde, okullarda çocuklara büyük giysileri giydirilir oldu.
Çocuklar,
ana babaları ne yerse onu yer, hangi filmi izlerse onu izler, nerede gezerse
orada gezer hale geldi.
Doğadan
tamamen koptular.
Önce
sokak çıktı hayatlarından, sonra oyuncak ve nihayet oyun…
Banka
reklamlarında para sayan çocuklar var; ama ne gittiğiniz lokantada oyun
alanları var ne de kitapçıda çocukların rahatça kitap karıştırabilecekleri bir
reyon…
Başarı
hırsıyla herkes çocuğunu bir an önce hayata karıştırma telaşına kapıldı.
“Büyümüş de küçülmüşlük” prim yaptı. Büyüme yaşı küçüldü. Ve çocukluk yok oldu.
Gelin
çözelim, çocuklarımızın ayağına taktığımız altın prangaları…
Onları
yeniden doğayla buluşturalım.
Kendi
kuracakları oyunlarla gönüllerince oynamalarına zemin hazırlayalım.
Kaybolan
çocukluğu bulalım.
Gerek
doğası, gerekse insan ilişkileriyle kirlenen günümüz dünyasını yeniden ve daha
sağlıklı bir şekilde kurabilmemiz için gereken duyarlılığın, düş gücünün ve
eleştiri yeteneğinin kaynağı, doyasıya yaşanmış bir çocuklukta gizli çünkü…
Çocukluğa
Veda:
Çocuklarımız
ekran karşısından alıp onlara neşeli şarkılar öğretmeli, kitapla, masalla,
şiirle tanıştırmalı, sohbet etmeli, yeni tatlar tattırmalı, eğlenceli oyunlar
oynatmalıyız.
Notlarımız
Değil, Kalplerimiz Kırık:
Hayatlarını
“başarma hırsı” üzerine kurmayın.
Sizin
olamadıklarınızı olmalarını beklemeyin onlardan.
Beyinleri,
sizin komplekslerinizi yamamak için pek küçük henüz, ama bu kadarcık sevgiyle
doymayacak kadar büyük yürekleri.
“Ödevini
yaptın mı”dan önce “Bir derdin var mı”yı sorun.
Kaf
Dağı’na Yolculuk:
Simurg,
bir masal kuşudur.
Uzun
boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzer
kocaman bir kuş…
Kuşların
sultanıdır.
Kaf
Dağı’nın ardında yaşar.
Efsaneye
göre, kuşlar, sultanlarını bulmak üzere toplanıp yola çıkarlar bir gün…
Yol
uzun, yolculuk zordur…
“Aşk
Denizi”nden geçerler önce…
“Ayrılık
Vadisi”nden uçarlar önce…
“Hırs
Ovası”nı aşıp “Kıskançlık Gölü”ne saparlar.
Kuşların
kimi Aşk Denizi’ne dalar, kimi Ayrılık Vadisi’nde kopar sürüden…
Kimi
hırslanıp düşer ovaya, kimi kıskanıp batar göle…
Yolculuk
bittiğinde, Kaf Dağı’nın ardına sadece 30 kuş varabilmiştir.
Sultanları
Simurg’u bulamazlar orada…
Sonunda
sırrı sözcükler çözer:
Farsça
“si”, “30” demektir.
…
murg” ise “kuş”…
“30
kuş”, anlar ki aradıkları sultan kendileridir.
Ve
gerçek yolculuk kendine yapılan seyahattir.
Mısır
piramitlerinin eteklerinde hazine arayan Endülüslü çoban Simyacı’nın dediği
gibi.
“Yolculuk
bir öğrenme yöntemidir. Bilmemiz gerekenleri bize o öğretir.”
Saklı
hazineyi, vurulduğu sevgiliyi, kaybettiği ülkeyi arayan gezgin, büyük
sınavlardan geçip yaman engeller aşarak kendi benliğine ulaşır, şuuruna kavuşur
bu destanların Kaf dağlarında…
Ve
sonunda “kendi hazinesi”ni bulur…
Anlar
ki, keşfedilecek ülke insanın kendisidir.
Özgürlük,
aradığın yerde olmayabilir, ama kalkıştığın yolculuk seni özgürleştirebilir”
demek isterdim.
Arka
Kapak:
Ve
ben, aslında harfiyen hatırlayarak dünün bol vakitlerini, doyumsuz
sohbetlerini, telaşsız saatlerini, saadeti hüzünle yoğurarak geçtim ihtiyar
adamın süzgecinden.
Ben
onu gemleyemedim, o demledi beni…
Olgunlaştım, basarak üzerine birikmiş bütün yırtık takvim yapraklarının,
yıllar yılı aynı çemberde dolanmaktan başı dönmüş akrep ve yelkovanların, o
incecik delikten biteviye süzülmüş kumların, evine gire çıka ötmekten sesi
kısılmış yorgun guguk kuşlarını, batmış onca güneşin, parıldamış bunca ay
ışığının, hilalin ve fecrin, uğruna savaşılmış, yokluğuna alışılmış dostların,
birbirine karışarak yanıp sönen kahkahalarla gözyaşlarının, yazılmış yazılmamış
bunca satırın, tutulmuş tutulamamış onca sözün, dediklerimin, bir an önce bitmesini
istediğim veya hiç bitmesin diye dualar ettiğim anların, koşuda çabuk
yorulanların ya da koşmaya hiç niyeti olmayanların, sevaplarımın, günahlarımın,
hatalarımın…
…
Süzüldüm imbiğinden…
Piştim,
o ihtiyarın dergâhında…
Babamın
oğluydum eskiden;
Oğlumun
babası oluverdim birden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder