30 Aralık 2013 Pazartesi

ayurveda



Hint öğretisi olan ama birkaç yıl önce uygulanmaya başlanan Ayurveda diyetiyle kısa süre içinde vücudunuzu istediğiniz forma kavuşturmanız mümkün. Bu sayede çok kolay kilo veriliyor. Hareketleri kontrol eden Vata, sindirimi ve metabolizmayı düzenleyen Pitta, vücudun dayanıklılığını arttıran Kapha. Ayurveda yemeklerinde et yok; hayvansal yağlar ve albümin ise çok az kullanılıyor. Sebze ve otlar üzerinde özellikle duruluyor.
Ayurveda Kuralları: Yemeklerinizi taze sebzelerden hazırlayın, konserve kullanmayın ve ısıtılmış yemek yiyin.
Yudumlarınızı iyice çiğnedikten sonra yutun.
Öğle yemekleri ana öğünlerdir. Bu yüzden akşamları sebze çorbası gibi kolay sindirilebilen besinleri tercih edin.
Yatmadan önce yemek yemeyin.
Yemeklerde ılık su için.
Midenin sindirimini zorlaştıran soğuk yiyeceklerden kaçının.
Bir önceki öğünü sindirmeden önce başka bir şey yemeyin.
Yemekten sonra 10-15 dakika dinlenin, uyumayın. 
 
 Ayurveda, yalnızca bir şifa yöntemi değil; varoluşun kadim ritmini fısıldayan bir bilgeliktir. Sanskrit dilinde “yaşam bilgisi” anlamına gelen bu öğreti, insanı yalnızca beden olarak değil, ruh ve zihinle birlikte bir bütün olarak kavrar. Binlerce yılın sessiz tanıklığında şekillenmiş bu felsefe, doğanın döngüsünü insanın iç döngüsüyle birleştirir. Ve ne zaman ki insan, bu uyumu fark eder, işte o zaman yaşamın özüne yaklaşır—bir yaprağın düşüşünde, bir nefesin dinginliğinde.

Ayurveda’nın özü dengedir; üç kadim enerjiyle tanımlar insanı: Vata’nın rüzgârı, Pitta’nın ateşi, Kapha’nın toprağı. Her biri, varlığın bir yönünü temsil eder; her biri, insanın içindeki evrenin bir parçasıdır. Bu enerjiler arasında kurulan denge, yalnızca hastalıklardan korunmak için değil, yaşamın anlamına ulaşmak içindir. Çünkü Ayurveda, sağlığı bir sonuç değil; bir yolculuk olarak görür. Ve bu yolculuk, doğayla uyum içinde, içsel bir ritimle sürer.

Ayurveda, modern zamanın telaşına karşı bir duru sessizliktir. Tüketimin, hızın, unutulmuş bedenlerin ve yorgun ruhların arasında, bir hatırlayıştır. “Ne yersen osun” derken, yalnızca gıdayı değil; düşünceyi, duyguyu, niyeti de kapsar. Her sabah, bir ritüel; her öğün, bir dua; her hareket, bir farkındalık. Bu yaşam biçimi, insanı kendine döndürür—başkalarının doğrularından arındırır, kendi öz ritmini buldurur. Ve bu ritim, iyileştirici bir melodidir.

Sonunda anlaşılır ki, Ayurveda bir tedavi değil; bir tanıklık biçimidir. İnsan, kendi doğasına tanık oldukça, doğa da ona eşlik eder. Bitkiler konuşur, baharatlar şifa verir, nefes bir dua olur. Ve bu dua, yalnızca bedeni değil; ruhu da sarar. Ayurveda, yaşamın içindeki kutsallığı hatırlatır—her anın, her hücrenin, her hissin bir anlam taşıdığını. Bu anlam, ne reçetelerde yazılıdır ne laboratuvarlarda ölçülür; o, yalnızca hissedilir. Ve hissedilen her şey, şifadır.
 
 
 Ayurveda, Sanskrit kökenli bir terim olup “yaşam bilgisi” anlamına gelir— “Ayur” (yaşam) ve “Veda” (bilgi) kelimelerinin birleşiminden doğar. Bu kadim sistem, Hindistan’ın Vedik kültüründen doğmuş, yaklaşık 5.000 yıllık geçmişe sahip bir sağlık ve yaşam felsefesidir. Ancak Ayurveda yalnızca bir tıp sistemi değil; beden, zihin ve ruh arasında denge kurmayı amaçlayan bütünsel bir yaşam biçimidir⁽¹⁾⁽²⁾.

🧘‍♂️ Temel İlkeler:
- Ayurveda, her bireyin doğuştan gelen bir “bünye tipi” (dosha) olduğunu savunur: Vata, Pitta ve Kapha. Bu üç enerji türü, kişinin fiziksel ve zihinsel yapısını belirler.
- Sağlık, bu doshaların dengede olmasıyla mümkündür; dengesizlik hastalıklara yol açar.
- Tedavi yalnızca semptomları değil, dengesizliğin kökenini hedef alır.

🌿 Uygulamalar:
- Bitkisel tedaviler, yağ terapileri, yoga, meditasyon, özel beslenme düzenleri ve günlük yaşam ritüelleri Ayurveda’nın temel araçlarıdır.
- Önleyici tıp anlayışıyla hastalıklar henüz oluşmadan önce fark edilip yaşam tarzı değişiklikleriyle önlenebilir⁽¹⁾.

📜 Felsefi Derinlik:
Ayurveda’nın kökeni mitolojik anlatılara kadar uzanır. Bazı kaynaklara göre bu bilgi, Hint tanrısı Brahma’dan başlayarak tanrılar zinciriyle insanlara aktarılmıştır⁽³⁾⁽²⁾. Bu yönüyle Ayurveda, yalnızca fiziksel sağlığı değil, ruhsal tekâmülü de hedefleyen bir bilgelik sistemidir.

29 Aralık 2013 Pazar

bir günün sonunda arzu



Ahmet Haşim

 

 Ahmet Haşim’in “Bir Günün Sonunda Arzu” şiiri, zamanın metafizik kıvrımlarında yankılanan bir özlemle örülmüş, akşamın melankolik sükûnetiyle yoğrulmuş bir içsel yolculuğun izlerini taşır. Şair, günün bitiminde duyulan arzuyu yalnızca bir duygunun tezahürü olarak değil, varoluşun kendisine yöneltilmiş bir sorunsal olarak ele alır. Akşam, burada yalnızca bir zaman dilimi değil; insanın kendi içine döndüğü, dış dünyanın seslerinin sustuğu ve iç sesin yankılandığı bir eşiktir. Bu eşikte, arzunun doğası da değişir: artık bir nesneye yönelmiş basit bir istek değil, varlığın anlamına dair bir arayıştır.

Şiirin teması, doğa tasvirleriyle örülmüş semboller üzerinden ilerlerken, Haşim’in sembolist tavrı belirginleşir. Gül, kuş ve akşam gibi imgeler, şiirin yüzeyinde pastoral bir tablo çizerken, derinlikte insanın ruhsal çözülüşünü ve yeniden doğuşunu anlatır. Gül, burada yalnızca güzelliğin değil, geçiciliğin de simgesidir; kuşlar, zamanın akışını ve ömrün tekrarını ilan eden habercilerdir. Akşam ise, tüm bu sembollerin birleştiği, arzunun en yoğun hâlini aldığı zamansal bir kavşaktır. Bu kavşakta, arzunun nesnesi belirsizleşir; çünkü arzu artık dışsal değil, içsel bir yönelimin adıdır.

Şairin kullandığı dil, ağır ve süslü yapısıyla okuyucuyu şiirin ritmine teslim eder. Aruz vezninin müzikalitesi, kelime tekrarları ve ses öbekleşmeleriyle birleşerek, şiirin anlamını yalnızca semantik düzlemde değil, fonetik düzlemde de derinleştirir. “Akşam, yine akşam, yine akşam” dizesi, hem zamanın döngüselliğini hem de arzunun sürekliliğini vurgular. Bu tekrar, arzunun bir anlık heves değil, varoluşsal bir sabit olduğunu ima eder. Şiir, böylece okuyucuyu bir zaman deneyiminin içine çeker; bu deneyim, hem bireysel hem de ontolojik bir sorgulamadır.

Son kertede “Bir Günün Sonunda Arzu”, arzunun doğasına dair bir meditasyondur. Şair, arzuyu bir günün sonunda değil, bir ömrün sonunda duyulan bir özlem gibi işler. Bu özlem, geçmişe değil, belki de hiç yaşanmamış bir ideale yöneliktir. Şiir, okuyucuyu bu idealin peşinden sürüklerken, aynı zamanda onun ulaşılamazlığını da hatırlatır. Böylece Haşim, arzunun hem çekici hem de trajik doğasını edebi bir zarafetle sunar; şiir, yalnızca bir duygu değil, bir düşünce biçimi hâline gelir.

28 Aralık 2013 Cumartesi

2014 davet menüsü


Antre: Havyarlı sufle, Tavuk ciğer mousse, Izgara mantar.
Ana Yemek: Portakallı hindi, yanında kestane püresi, brüksel lahana, kırmızı meyve, jöleli armut.
Salata: Rokfor, avokado, cevizli hindiba salata, vinegret sos ile.
Ekmekler: Zeytinli ve cevizli ekmekler, Foccaccio.
Tatlı: Feuillantine Aux Fruits Rouge (Kırmızı meyveli, çikolatalı pasta) Kahve ile Truffle.
Şarap:
Aperatif: Gavi di Gavi veya Chablis.
Ana Yemek ile: Chateau Neuf Du Pape veya Barolo Classico.
Dijestif: Şampanya,  Riesling – Traditional veya Brut Premier Vintage.
Gece Yarısından Sonra: Fransız soğan çorbası.
 
 
Bu davet menüsü, yalnızca bir gastronomik dizilim değil; duyuların, belleğin ve kültürel mirasın iç içe geçtiği bir edebi kompozisyondur. Antrelerin zarif dokunuşları, sofranın giriş cümleleri gibidir: havyarlı sufle, aristokrat bir melankoliyi taşırken; tavuk ciğer mousse, burjuva mutfağının gölgede kalmış inceliklerini hatırlatır. Izgara mantar ise, toprağın mütevazı bilgeliğini sunar; her biri, sofraya oturanların ruh hâlini yumuşatan birer önsöz niteliğindedir. Bu başlangıçlar, yalnızca damakta değil, zihinde de yankı bulur; çünkü burada yemek, bir ritüel değil, bir anlatıdır.

Ana yemek, bu anlatının doruk noktasıdır: portakallı hindi, tatlı ile ekşinin, geçmiş ile geleceğin, Doğu ile Batı’nın bir araya geldiği bir sentezdir. Yanındaki kestane püresi, pastoral bir kış akşamının sıcaklığını taşırken; brüksel lahanası, Avrupa’nın soğuk zarafetini temsil eder. Kırmızı meyveler ve jöleli armut, bu tablonun barok detaylarıdır; her biri, bir ressamın fırça darbesi gibi, tabağa anlam katar. Bu tabak, yalnızca bir yemek değil, bir zamanın ve mekânın yeniden inşasıdır; sofrada oturanlar, bu tadın içinde bir hikâyeye dahil olurlar.

Salata, bu hikâyenin ara cümlesidir: rokforun keskinliği, avokadonun yumuşaklığı ve hindibanın acılığı, insan ruhunun çelişkilerini yansıtır. Vinegret sos, bu çelişkileri bir araya getiren bir bağlaç gibidir; tatlar arasında bir diyalog kurar. Ekmekler ise, bu diyalogun alt metnidir: zeytinli ve cevizli ekmekler, Akdeniz’in kadim bilgeliğini taşırken; foccaccio, İtalyan taşra mutfağının şiirsel sadeliğini sunar. Bu bölüm, sofranın felsefi derinliğini oluşturur; çünkü burada beslenmek, yalnızca fiziksel değil, düşünsel bir eylemdir.

Tatlı ve şarap eşleşmeleri, bu anlatının epilogudur. Feuillantine Aux Fruits Rouge, kırmızı meyvelerin tutkusunu ve çikolatanın karanlık cazibesini bir araya getirerek, arzunun ve hatıranın birleşimini sunar. Kahve ile truffle, bu arzunun ardından gelen dinginliği temsil eder. Şaraplar ise, bu anlatının sesidir: Gavi di Gavi’nin narinliği, Chablis’nin mineral dokusu, Barolo’nun derinliği ve Chateau Neuf Du Pape’ın ihtişamı, her bir yudumda bir karakter sunar. Gece yarısından sonra gelen Fransız soğan çorbası ise, bu edebi ziyafetin son cümlesidir: sade, sıcak ve anlamlı. Çünkü her anlatı, sonunda bir sessizlikle tamamlanır; ve bu çorba, o sessizliğin en zarif hâlidir.

26 Aralık 2013 Perşembe

Marilyn Monroe



























































Seksapeli, tarzı ve kocaman gülümsemesiyle Marilyn Monroe tüm dünyanın aklını başından aldı, dolgun hatların ve kıvrımların ne kadar güzel olabileceğini gösterdi, sinemanın kıskanılan kraliçesi haline geldi, sesiyle dinleyenleri büyüledi; kısacık hayatına pek çok öykü sığdırdı ve henüz çok gençken aramızdan ayrıldı. Oysa bugün bile güzel bir sarışın, rüzgârda uçuşan beyaz elbise gördüğümüzde veya kalabalık bir ortamda diğer tüm kokuların içinde Chanel No.5 kokusunun ayrımına vardığımızda aklımıza Marilyn Monroe geliyor. Demek ki o hala bir efsane ve ölmeye de pek niyeti yok gibi görünüyor.
Marilyn ve kariyer
Norma Jeane, yani bizim bildiğimiz ismiyle Marilyn Monroe, 1944 yılında, henüz 18 yaşındayken bir ordu fotoğrafçısı tarafından keşfedildi. Bu keşifle birlikte modellik yapmaya başlayan Norma, iki yıl sonra Twentieth Century Fox ile bir film sözleşmesi imzalayarak en büyük tutkusu olan sinemaya ilk adımı attı.
Kıvrımlı hatları, seksapeli ve sarıya boyadığı saçları Marilyn’i gösteri dünyasına hızla soksa da, aynı zamanda o dünyada başarılı bir kariyer edinmesine engel olan şeyler de oldu. Uzun sayılabilecek bir süre küçük rollerin ötesine geçemedi, çünkü onun gibi pek çok “sarışın” vardı. Bu durum, sarışın figüran kızların arasından sıyrılması için Marilyn’i daha çok motive etti. Amerika, kazandığı parayla psikolojik sorunları olan annesini daha iyi şartlarda bir akıl hastanesine yatırmak isteyen, içinden geldiği gibi davranan, belki biraz saf ama her zaman seksi bu kızı bağrına bastı. Filmlerde adı Elizabeth Taylor, Grace Kelly gibi isimlerle beraber anılmaya başlandı.
1953’te Marilyn Monroe’yu yıldızlığa terfi ettiren üç yapım – Niagara, Erkekler Sarışın Sever ve Bir Milyonerle Nasıl Evlenilir – piyasaya sürüldü. Oyunculuk anlamında başarısını kanıtlayan filmler Marilyn’in “Hollywood’un en seksi kadını” imajını da pekiştirdi. Bu seksi imajı yüzünden hayranlık duyulan kadın, ne ironiktir ki aynı sebep yüzünden çoğu entelektüeller tarafından küçümsendi.
İlham veren bir stil
Marilyn Monroe, dolgun hatları ve muhteşem kıvrımları kadar tarzıyla da milyonlarca insanı büyüledi. Elbiselerinde daha ziyade göğüs ve sırt dekoltesini tercih eden Monroe, The Seven Year Itch filminde giydiği etekleri uçuşan beyaz kıyafeti ile efsaneleşse de, ince belini ve kum saati formunda vücudunu ortaya çıkaran dar elbiseleri de çok seviyordu. Dizinin altında biten elbiseleri sayesinde olduğundan daha uzun görünen Monroe, kıyafetlerini genelde şık stilettolarla kombinliyordu. Güzel yüzünü gölgede bırakmamak için boynunda gösterişli kolyeler takmaktan kaçınan yıldız sallanan pırlanta küpeler ve yüzüklerle ışıltısını tamamlıyordu.
Marilyn ve ilişkiler
İlk evliliğinin ardından iki evlilik daha yaptı Marilyn Monroe. Bunlardan birincisi Joe DiMaggio isimli ünlü beyzbol oyuncusu, diğeri ise Pulitzer ödüllü yazar Arthur Miller’laydı. İkinci kocası Joe DiMaggio, Norma Jeane için belki uygun bir eşti ama Marilyn Monroe’ya uygun olmadığı kesindi. Karısını kitlelerle paylaşmak zorunda olması ve bunun yarattığı kıskançlık Marilyn Monroe-Joe DiMaggio evliliğini bitirdi. Arthur Miller ile olan evliliği de belki de Marilyn’in kendisini küçümseyen entelektüel çevrelere verdiği bir cevaptı. Zeki bir adam ve başarılı bir yazarı evliliğe ikna etmiş bir kadının sanıldığı kadar aptal bir sarışın olmadığını gösterme çabası. Alkışlarla mutlu olan ve toplumun her kesiminin alkışlarına muhtaç olan bir kadının böyle düşünmesi muhtemel. Gerçek aşk ise son yıllarında girdi Marilyn’in hayatına. İstediği her erkeğin gönlünü fetheden bu kadının Amerika Başkanı John F.Kennedy ile gizli ilişkisi onu çok yıprattı. İçki ve ilaçların dozu günden güne arttı. İşindeki disiplinsizlik ile psikolojik sorunları yüzünden sinemada düşüşe geçmesi bunalımını körükledi ve intihara teşebbüs etti. İlk intihar denemesinde kurtulan Monroe’ya destek Kennedy’den geldi. 45 yaşına girecek olan John F.Kennedy için Madison Square Garden’da yapılacak kutlamada, doğum günü şarkısının Monroe tarafından seslendirilmesi istendi. Çok heyecanlanan Marilyn birkaç günlüğüne de olsa içkiyi ve hapları bıraktı, Başkanla beraber tüm Amerika’nın gözlerini kamaştıracak bir elbiseyle “iyi ki doğdun” şarkısın söyledi. Başkanın karısı Jackie Kennedy’nin katılmadığı kutlamada Monroe’nun söylediği şarkı ve ardından sahneyi terk etmesi tarafların gayri resmi aşk ilanı gibiydi ve gündemi uzun süre meşgul etti. 
 
 Marilyn Monroe, doğum adıyla Norma Jeane Mortenson, 20. yüzyılın en ikonik figürlerinden biri olarak hem Hollywood’un altın çağını hem de modern popüler kültürün temel taşlarını şekillendirmiş bir yıldızdır. 1 Haziran 1926’da Los Angeles’ta dünyaya gelen Monroe, zorlu bir çocukluk geçirmiş; yetimhaneler ve koruyucu aileler arasında savrulmuş bir hayatın içinden, sinema tarihinin en tanınan yüzlerinden biri olarak yükselmiştir⁽¹⁾.

🎬 Sanat ve Persona
Monroe’nun kariyeri, “sarışın bomba” arketipiyle özdeşleşmiş olsa da, bu imajın ardında derin bir entelektüel birikim ve oyunculuk tutkusu yatıyordu. IQ’sunun 168 olduğu ve metot oyunculuğu eğitimi aldığı bilinir⁽²⁾. Filmleri arasında Some Like It Hot, Gentlemen Prefer Blondes ve The Seven Year Itch gibi yapımlar, hem ticari başarı hem de kültürel etki açısından dönemin sinema anlayışını dönüştürmüştür.

💔 Kırılganlık ve Efsaneleşme
Monroe’nun yaşamı, şöhretin parıltısı kadar kırılganlığıyla da anılır. Üç evlilik, kamuoyunun yoğun ilgisi ve kişisel mücadeleler, onun hayatını bir trajediye dönüştürmüştür. 1962’de henüz 36 yaşındayken aşırı dozda barbitürat nedeniyle hayatını kaybettiğinde, ardında yalnızca filmler değil, bir mitoloji bırakmıştı⁽¹⁾.

📚 Kültürel Miras
Bugün Marilyn Monroe, yalnızca bir oyuncu değil; feminenliğin, özgürlüğün ve kırılgan gücün sembolü olarak anılmaktadır. Onun gülümsemesi, bir dönemin hayallerini; gözlerindeki hüzün ise o hayallerin bedelini anlatır. Monroe’nun hikâyesi, şöhretin cazibesine kapılmış bir kadının değil, kendi kimliğini arayan bir insanın hikâyesidir.