26 Ekim 2025 Pazar

benliğin sessiz yankısı: günlüklerin içsel haritası

Günlükler daha çok içe dönüktür. Yazarın kişisel yanlarını, kişiliğinin kıvrımlarını içerir.

Günlük, zamanın akışında kaybolan anların, bireyin iç dünyasında yankılanan izlerini kayda geçirme çabasıdır. Bu yazı türü, dış dünyanın gürültüsünden sıyrılıp benliğin derinliklerine yapılan bir yolculuktur. Yazar, kalemiyle kendi varoluşunun kıvrımlarında gezinirken, satırlara dökülen her kelime bir iç hesaplaşmanın, bir anlam arayışının izdüşümüdür. Günlük, yalnızca yaşananların değil, yaşanırken hissedilenlerin, sezilenlerin ve çoğu zaman dile getirilemeyenlerin mahrem bir aynasıdır.

Bu içe dönük metinlerde birey, kendini başkalarına değil, kendine anlatır. Bu anlatım, çoğu zaman bir monolog gibi görünse de aslında çok sesli bir iç diyalogdur. Kimi zaman çocukluk anılarının puslu hatıraları arasında gezinir, kimi zaman varoluşun ağırlığı altında ezilen düşüncelerle boğuşur. Günlük, bireyin kendine tuttuğu bir fenerdir; karanlıkta kalan yönlerini aydınlatmak, bastırılmış duygularını görünür kılmak için. Bu yönüyle günlük, edebiyatın en dürüst, en çıplak formlarından biridir.

Felsefi bir bakışla değerlendirildiğinde, günlükler insanın kendi üzerine düşünmesinin yazılı tezahürüdür. Heidegger’in “varlık” sorunsalına benzer biçimde, günlük yazarı da kendi varoluşunu sorgular; zamanla, ölümle, yalnızlıkla ve anlamla hesaplaşır. Her paragraf, bir tür ontolojik kazıdır; bireyin kendi varlığını anlamlandırma çabasıdır. Bu anlamda günlük, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda evrensel bir metindir; çünkü insanın iç dünyası, zaman ve mekân aşan ortak bir zeminde yankı bulur.

Sonuçta günlük, yazarıyla birlikte yaşayan, onunla büyüyen, değişen ve dönüşen bir metindir. Her satırında bir iç çekiş, bir susuş, bir haykırış gizlidir. Bu metinler, okurla paylaşılmak için değil, çoğu zaman paylaşılmamak için yazılır; ama tam da bu mahremiyetleriyle evrensel bir samimiyet taşırlar. Günlük, insanın kendiyle kurduğu en derin ilişkinin yazılı tanığıdır—ve belki de en sahici edebi türdür.

24 Ekim 2025 Cuma

hep ışıltılı ve cıvıltılı

Işıltı ve cıvıltı, gündelik dilde hafiflik ve neşeyle özdeşleştirilse de, bu iki kavramın ardında derin bir varoluşsal çağrı gizlidir. Parlayan her şey, geçiciliğin bir yankısıdır; çünkü ışık, karanlığın sınırında doğar ve ancak gölgeyle anlam kazanır. Cıvıltı ise, sesin zamana karşı direnişidir; bir kuşun sabahın erken saatlerinde öttüğü an, evrenin sessizliğine karşı bir başkaldırıdır. Bu bağlamda, ışıltı ve cıvıltı, varlığın en saf ve en kırılgan tezahürleridir; hem görünür hem de geçici, hem neşeli hem de trajik.

Her ışıltı, bir içsel yanmanın dışa vurumudur. Parlayan bir yüz, gülümseyen bir göz, aslında ruhun derinliklerinde yankılanan bir anlam arayışının izlerini taşır. Cıvıltı, yalnızca ses değil; bir varlığın kendini duyurma çabasıdır. Heidegger’in “dasein” kavramıyla düşünürsek, bu neşeli dışavurumlar, varlığın kendini dünyada konumlandırma biçimidir. Işıltı, varoluşun estetik boyutudur; cıvıltı ise onun ritmik soluğudur. Her ikisi de, insanın evrenle kurduğu şiirsel ilişkinin metaforlarıdır.

Ancak bu metaforlar, yalnızca güzelliğe değil, aynı zamanda kırılganlığa da işaret eder. Işıltı, bir anlık parıltıyla göz kamaştırır ama ardından sönmeye mahkûmdur. Cıvıltı, yankılandığı anda canlıdır; sustuğunda ise yalnızlıkla eşleşir. Bu yönüyle, ışıltı ve cıvıltı, zamanın akışına karşı duran ama onunla daima uzlaşmak zorunda kalan varlık kipleridir. Onları anlamak, yalnızca estetik bir algı değil; aynı zamanda ontolojik bir farkındalık gerektirir.

Sonuçta, ışıltı ve cıvıltı, yaşamın yüzeyindeki hafif dalgalanmalar gibi görünse de, derinlerde yankılanan bir varoluş şiiridir. Onları duyumsamak, insanın kendi içindeki ışığı ve sesi keşfetmesidir. Belki de en hakiki felsefe, bir kuşun sabah cıvıltısında ya da bir çocuğun gözlerindeki ışıltıda gizlidir. Çünkü hakikat, bazen en ağır kavramların değil, en hafif anların içinde saklanır.

23 Ekim 2025 Perşembe

günün sessiz melankolisi

 Güz mevsimi, doğanın kendi varlığını inkâr etmeksizin geri çekildiği bir dönemdir; bir tür metafizik suskunluk. Ağaçlar, yapraklarını dökerken yalnızca biyolojik bir döngüyü tamamlamazlar; aynı zamanda varoluşun geçiciliğine dair sessiz bir bildirge sunarlar. İnsan, bu döngüye tanıklık ederken, kendi içindeki eksilmeleri, yitirdiklerini ve zamanın acımasız ilerleyişini hatırlar. Güz, dışsal bir mevsim olmaktan çıkar; içsel bir iklimin, ruhsal bir mevsimin habercisi olur.

Hüzün, güzün en sadık yoldaşıdır; ama bu hüzün, basit bir melankoli değil, varoluşsal bir farkındalıktır. İnsan, yazın coşkusundan sıyrılıp güzün dinginliğine vardığında, neşenin yerini düşünce alır. Bu düşünce, çoğu kez geçmişin yankılarıyla örülüdür. Güz, hatırlatır: her şey geçer, her şey solar, her şey dönüşür. Ve bu dönüşüm, insanın kendi faniliğiyle yüzleşmesini kaçınılmaz kılar. Hüzün, bu yüzleşmenin en zarif biçimidir.

Güz mevsimi, zamanın ağırbaşlı bir öğretmeni gibidir. Renklerin solması, havanın serinlemesi, günlerin kısalması… bunların her biri, insanın iç dünyasında bir yankı bulur. Doğa, kendi ritüelini sürdürürken, insan da kendi içsel ritüelini başlatır: sorgulama, içe dönme, kabullenme. Bu mevsim, dışsal bir çöküş değil, içsel bir yükseliştir aslında. Çünkü hüzün, insanı derinleştirir; yüzeydeki neşeyi kazıyıp özdeki hakikati açığa çıkarır.

Ve belki de güz, insanın en dürüst mevsimidir. Ne baharın aldatıcı umudu, ne yazın taşkın sevinci, ne de kışın katı kapanışı… Güz, arada kalmışlığın, geçişin ve çözülmenin mevsimidir. Bu yüzden hüzün verir; çünkü insan, geçişlerde en çok kendini hisseder. Güz, bir sonun değil, bir içsel başlangıcın mevsimidir. Ve bu başlangıç, sessizdir, ağırdır, ama hakikate en yakın olanıdır.

22 Ekim 2025 Çarşamba

bugün kendiniz için bir şey yapmak ister misiniz?

Gün, insanın kendine dönme cesaretini bulduğu nadir anlardan biridir. Zaman, çoğu kez başkalarının ihtiyaçlarına adanmış bir nehir gibi akar; birey, bu akışta kendi kıyılarını unutmuş bir gezgin olur. Oysa “bugün kendin için bir şey yapmak” düşüncesi, bu nehrin akıntısına karşı yüzmek değil, onun içindeki varlığını fark etmektir. Kendine yönelmek, yalnızca bir eylem değil, varoluşun en mahrem sorgusudur: Ben kimim, neyi özlüyorum, hangi sessizlikte kendimi buluyorum?

Kendilik, modern dünyanın gürültüsünde silikleşen bir yankıdır. İnsan, kendini başkalarının gözlerinde tanımlamaya çalışırken, kendi iç gözünü körleştirir. Bugün kendin için bir şey yapmak, bu körlüğe karşı bir başkaldırıdır. Bir kitabın sayfasında durmak, bir ağacın gölgesinde düşünmek, bir kelimeyi içselleştirmek… Bunlar, dış dünyanın taleplerine karşı iç dünyanın haklarını savunmaktır. Çünkü insan, kendine dönmediği sürece hiçbir yere varamaz; varmak, önce kendini tanımakla başlar.

Felsefenin kadim sorusu olan “iyi yaşam nedir?” belki de en somut cevabını bu soruda bulur: Bugün kendin için ne yaptın? Bu, etik bir sorgulama değil yalnızca; ontolojik bir çağrıdır. Kendine yapılan her yatırım, varlığın derinliklerine atılan bir çapa gibidir. Dışsal başarılar, içsel boşlukları doldurmaz; ancak kendine dair bir eylem, bu boşluğu anlamla örer. Kendine zaman ayırmak, varoluşun en dürüst biçimidir; çünkü insan, kendine karşı dürüst olmadıkça dünyaya karşı da sahici olamaz.

Ve belki de en büyük armağan, kendine verilen zamandır. Bugün, kendin için bir şey yapmak, zamanı kendine tahsis etmektir; bu, bir lüks değil, bir zorunluluktur. Kendini ihmal eden, varlığını eksiltir. O hâlde, bu günün sessizliğinde bir an dur ve sor: Bu anı kendime adayabilir miyim? Çünkü insan, kendine verdiği değerle dünyayı dönüştürür; ve belki de en devrimci eylem, kendine dönmektir.

21 Ekim 2025 Salı

tenin hafızasında güneş

Güneşle temas, insanın varoluşsal yalnızlığını aşındıran bir temas biçimidir; ışığın tenle buluştuğu o an, bedenin sınırları silikleşir ve ruh, evrenin kadim ritmine dahil olur. Güneş, yalnızca bir yıldız değil, aynı zamanda insanın içsel aydınlanmasının metaforudur. Onun sıcaklığı, dışsal bir ısıdan ziyade, içsel bir çözülmenin habercisidir. Güneşle temas eden insan, kendini doğanın bir parçası olarak değil, doğanın ta kendisi olarak hisseder; özgürlük, bu bütünleşmede saklıdır.

Bu temas, zamanın lineer akışını askıya alır. Güneşin altında duran insan, geçmişin yükünden ve geleceğin belirsizliğinden sıyrılır; yalnızca anın hakikati kalır geriye. Bu hakikat, ne bir düşüncenin ürünü ne de bir duygunun yansımasıdır; o, varlığın çıplak halidir. Güneş, insanı düşünmeye değil, hissetmeye davet eder. Ve hissetmek, özgürlüğün en yalın biçimidir; çünkü his, aklın zincirlerinden azadedir.

Güneşle temas, insanın kendilik bilincini dönüştürür. Artık birey, toplumun dayattığı kimliklerden, dilin sınırlarından ve kültürün kalıplarından sıyrılmıştır. Güneşin altında çıplak kalan yalnızca beden değildir; zihin de soyunur, arınır, sadeleşir. Bu sadeleşme, özgürlüğün ontolojik zemini olur. İnsan, güneşin altında kendini yeniden kurar; bu kurulum, bir inşa değil, bir keşiftir. Keşfedilen, zaten hep orada olan ama unutulmuş olan özdür.

Ve nihayet, güneşle temas eden insan, varoluşun trajedisini değil, şiirini duyar. Güneş, varlığın melodisini fısıldar; bu melodi, ne bir kurtuluş vaadi taşır ne de bir anlam dayatır. O, sadece vardır. Tıpkı özgürlük gibi: tanımsız, sınırsız, ama hissedilir. Güneşle temas, insanın evrenle kurduğu en dürüst diyalogdur. Bu diyalogda kelimeler değil, ışık konuşur. Ve ışık, insanı kendine döndürür.

20 Ekim 2025 Pazartesi

karanlıkta parlayan benlikler

Karanlığın içinde birbirine çarparak ışıldayan misketler, varoluşun en yalın metaforlarından biridir. Her biri kendi içsel potansiyelini taşır; fakat bu potansiyel, yalnızca temasla, çarpışmayla, ötekinin varlığıyla açığa çıkar. Misketlerin ışıldaması, bireyin yalnızlıktan sıyrılıp ötekine dokunduğu anda yaşadığı içsel aydınlanmanın simgesidir. Bu çarpışma, bir yıkım değil; bilakis, bir doğumdur—kendilik bilincinin ötekilikle sınandığı ve yeniden kurulduğu bir doğum.

Her misket, kendi yörüngesinde dönerken, evrenin sessiz yasalarına itaat eder. Ancak bu itaat, edilgen bir teslimiyet değil, varoluşun ritmine katılma arzusudur. Işıldama, yalnızca fiziksel bir yansıma değil, metafizik bir açılımdır: varlık, kendi sınırlarını aşarak başka bir varlıkla temas ettiğinde, ışık doğar. Bu ışık, ne gözle görülür ne elle tutulur; o, anlamın kendisidir. Ve anlam, yalnızca ilişkide doğar—tekil varlıkların çoklukla kurduğu diyalogda.

Misketlerin çarpışması, insanın ötekine yönelme cesaretini simgeler. Bu yönelim, Heidegger’in “ötekilik” kavramıyla örtüşür; çünkü insan, kendi varlığını ancak ötekinin aynasında görebilir. Işıldama, bu aynada beliren hakikatin parıltısıdır. Her temas, bir sınavdır; çünkü her çarpışma, benliğin sınırlarını zorlar. Ve bu zorlanma, özgürlüğün başlangıcıdır—çünkü özgürlük, yalnızca kendini tanımakla değil, ötekini tanımakla mümkündür.

Sonunda, misketler birbirine çarptıkça ışıldar; çünkü temas, varlığın en derin itkisini açığa çıkarır. Bu ışık, ne yalnızca fiziksel bir enerji ne de estetik bir güzelliktir. O, varoluşun şiiridir. Her çarpışma, bir dize; her ışıldama, bir anlam. Ve bu anlam, insanın evrenle kurduğu en kadim bağdır. Misketler, çarpıştıkça konuşur; ve biz, o sessiz diyaloğun yankısında kendimizi buluruz.

19 Ekim 2025 Pazar

farkında olmalı insan...

Farkındalık, yalnızca gözle görülenin ötesine geçebilen bir zihnin ayrıcalığıdır. İnsan, varoluşunun girdabında sürüklenirken çoğu kez kendi özüne yabancılaşır; çünkü gündelik telaşlar, hakikatin sesini bastıran bir uğultuya dönüşür. Oysa farkında olmak, zamanın akışında durabilmek, anı bir mercek gibi büyütüp içindeki anlamı görebilmek demektir. Bu, yalnızca düşünmek değil, düşüncenin kendisini sorgulamak; yalnızca yaşamak değil, yaşamın nedenini ve yönünü tartmakla mümkündür.

Farkında olmalı insan; çünkü her eylem, bir niyetin yankısıdır. Sessizce geçip giden günlerin ardında, fark edilmemiş duygular, söylenmemiş sözler ve yaşanmamış ihtimaller birikir. İnsan, kendi iç evreninin haritasını çıkaramadıkça, dış dünyanın karmaşasında kaybolmaya mahkûmdur. Bilinç, yalnızca bilgiyle değil, bilginin ağırlığını taşıyabilme kudretiyle derinleşir. Ve bu kudret, ancak içsel bir uyanışla, varlığın özüne yönelmiş bir dikkatle filizlenir.

Farkında olmalı insan; çünkü her karşılaşma, bir aynadır. Diğerlerinde gördüğümüz, çoğu kez kendimizden kaçırdığımızdır. Bir bakışta, bir sözde, bir sessizlikte yankılanan anlamlar, ruhun en kuytu köşelerine dokunur. Farkındalık, bu dokunuşları duyabilme inceliğidir. Ve bu incelik, insanı sıradanlıktan çıkarıp hakikatin eşiğine taşır. Orada, ne zamanın ne mekânın hükmü kalır; yalnızca varoluşun çıplak gerçeğiyle yüzleşme cesareti vardır.

Farkında olmalı insan; çünkü yaşam, fark edilmeden geçip giden bir rüyaya dönüşebilir. Ve rüyalar, ancak uyanıldığında anlam kazanır. İnsan, kendi varlığının tanığı olabildiği ölçüde özgürleşir. Bu özgürlük, dışsal zincirlerin kırılması değil, içsel körlüklerin aşılmasıdır. Farkındalık, bir uyanıştır; ama bu uyanış, acıtır. Çünkü hakikat, çoğu kez konforun karşısında durur. Yine de insan, hakikatin yükünü taşımayı göze aldığında, gerçek anlamda yaşamaya başlar.

18 Ekim 2025 Cumartesi

ilkenin bedeli: çekinmeden yaşamak

Prensiplerim dışına çıkıldığında çok sert tepki veririm, hiçbir şeyden çekinmem. 

İnsan, kendi iç yasalarını ihlal ettiğinde değil, başkalarının hoyratça o sınırları çiğnediğinde gerçek bir sarsıntı yaşar. Prensip, yalnızca bir düşünce değil; varoluşun mihenk taşıdır. Onu korumak, bir ideali değil, bizzat kendini savunmaktır. Bu yüzden, biri o çizgiyi geçtiğinde, tepki bir refleks değil, bir varlık çığlığıdır. Sertlik, öfkenin değil, özsaygının dilidir. Çünkü bazı sınırlar, ihlal edildiğinde sadece kırılmaz; insanın özüyle birlikte paramparça olur.

Çekinmemek, cesaretin sıradan bir tezahürü değildir. Bu, korkunun hükmünü reddetmiş bir zihnin, kendi iç mahkemesinde beraat etmiş bir ruhun tavrıdır. Hiçbir şeyden çekinmemek, her şeyin farkında olmakla mümkündür. Zira korku, bilinmeyenin gölgesidir; bilge kişi o gölgeyi tanır, onunla yüzleşir ve onu aşar. Bu yüzden tepki verirken titremez; çünkü neyi savunduğunu, neyi kaybetmeyeceğini ve neyin uğruna savaş verdiğini bilir.

Toplum, çoğu zaman uyumun kutsandığı bir sahnedir. Ancak uyum, prensiplerin erozyonuna dönüştüğünde, birey kendini bir yabancı gibi hisseder. Bu yabancılık, bir yalnızlık değil; bir seçilmişliktir. Çünkü herkesin sustuğu yerde konuşmak, herkesin eğildiği yerde dimdik durmak, yalnızca prensip sahibi bir zihnin harcıdır. Bu duruş, bir meydan okuma değil; bir varoluş biçimidir. Ve bu biçim, zamanla bir karakter değil, bir kader haline gelir.

Sonuçta, tepki vermek bir tercih değil, bir zorunluluktur. Çünkü sessizlik, ihlalin suç ortağıdır. Sertlik, bir duvar değil; bir aynadır. O aynada, insan kendini görür: neye inandığını, neyi savunduğunu ve neyi asla feda etmeyeceğini. Bu yüzden prensiplerim dışına çıkıldığında, tepki vermek benim için bir öfke değil; bir sadakat eylemidir. Kendime, değerlerime ve varoluşuma sadakat. Ve bu sadakat, hiçbir şeyden çekinmeyen bir yüreğin en derin yankısıdır.

17 Ekim 2025 Cuma

yolun kendisi olmak

Bir insanın yeryüzüyle kurduğu ilişki, çoğu zaman toprağa kök salmakla tanımlanır; oysa iflah olmaz gezgin, köksüzlüğü bir eksiklik değil, varoluşsal bir özgürlük biçimi olarak benimser. Onun için haritalar, sabitlenmiş sınırların değil, potansiyel ihtimallerin şiiridir. Her adım, bir mekânın değil, bir anlamın peşinden gider. Gezgin, yer değiştirmekle yetinmez; zamanın dokusunu, kültürün kıvrımlarını ve insanın içsel çelişkilerini de arşınlar. Onun yürüyüşü, bir kaçış değil, bir arayıştır—ama neyin arayışı olduğunu bilmeden, bilmek istemeden.

Bu gezgin, ev kavramını reddeder; çünkü ev, ona göre bir durağanlık vaadidir, bir kimlik sabitlemesi. Oysa kimlik, onun gözünde bir nehir gibi akmalı, değişmeli, dönüşmeli. Her şehir, her sokak, her yüz, onun benliğinde yeni bir yankı bırakır. Gezgin, kendini tanımak için yola çıkmaz; kendini unutmak, silmek, yeniden yazmak için çıkar. Bu yüzden onun yolculuğu, bir biyografiden çok bir palimpsesttir—her yeni deneyim, eskisini silmeden üzerine yazılır, karmaşık bir metin haline gelir.

Felsefi anlamda, iflah olmaz gezgin, Heidegger’in “yerleşiklik” fikrine karşıt bir figürdür. O, varlığı mekâna değil harekete bağlar. Kierkegaard’ın “ya-ya da”sı gibi, gezginin hayatı da sürekli bir seçimler zinciridir; ama bu seçimler, nihai bir sonuca ulaşmak için değil, sürecin kendisini yaşamak içindir. Gezgin, nihai hakikati aramaz; çünkü onun için hakikat, sabit bir nokta değil, sürekli değişen bir ufuktur. Bu yüzden onun yolculuğu, bir epistemolojik isyandır: Bilmek değil, anlamaya çalışmak; varmak değil, yolda kalmak.

Ve nihayet, iflah olmaz gezginin trajedisi de buradadır: Hiçbir yer ona ait değildir, ama her yer onun içindedir. Bu içsel çoğulluk, ona hem bir zenginlik hem de bir yalnızlık getirir. İnsanlar ona hayranlıkla bakar, ama kimse onun yükünü taşımaz. O, dünyayı dolaşırken aslında kendi iç evrenini genişletir; fakat bu evren, başkalarıyla paylaşılabilir olmaktan çok uzaktır. Gezgin, bir anlatıcıdır ama dinleyeni yoktur; bir seyyahdır ama varacağı liman yoktur. Onun kaderi, yolda olmak değil, yolun kendisi olmaktır.

16 Ekim 2025 Perşembe

zamana direnen satırlar

“Söz uçar yazı kalır.” Demişler. Onun için yazıyorum, yaşadıklarımı kayıt altında tutuyorum. Yaşarken o kadar zorlanmıyorum değil mi? O halde tüm zorluklara katlanarak yaşadığım şeyleri, neden yokluğa göndereyim? Yazarak kalıcı kılmalı, var etmeliyim onları. Onun için günlük tutuyorum, yatmadan önce bu kalın cildi aralıyorum, onun için günün sonunda bir yaşam bilançosu çıkarıyorum.

Günlük tutmak, yalnızca bir alışkanlık değil; varoluşun izini sürme çabasıdır. İnsan, yaşarken çoğu zaman fark etmez neyin içinden geçtiğini. Zaman, bir nehrin akışı gibi sürüklerken onu, anılar suya karışır, duygular çözülür, düşünceler buharlaşır. Oysa yazı, bu akışa direnen bir kıyıdır. Kalemin ucunda şekillenen her cümle, zamana karşı koyan bir tanıklıktır. “Söz uçar, yazı kalır” derken kast edilen, belki de bu direnişin kutsallığıdır.

Yaşamak, çoğu zaman fark edilmeden sürdürülen bir mücadeledir. Gün içinde karşılaşılan küçük sevinçler, büyük kırgınlıklar, sessiz çığlıklar… Hepsi gelip geçer, ama yazıya döküldüğünde bir anlam kazanır. Yazmak, yaşananı sadece kaydetmek değil; ona bir ruh, bir biçim, bir anlam vermektir. Günlük sayfaları, insanın kendiyle hesaplaştığı, kendini yeniden kurduğu bir iç mahkeme gibidir. Her kelime, bir tanıklık; her paragraf, bir içsel yüzleşmedir.

Yazının kalıcılığı, insanın geçiciliğine meydan okur. Beden yıpranır, hafıza silinir, ses unutulur. Ama yazı kalır. Kalın ciltli bir defterin arasında saklanan o satırlar, bir gün bir başka göz tarafından okunabilir. Belki bir yabancı, belki bir dost, belki de gelecekteki ben… Yazmak, kendini geleceğe emanet etmektir. Zamanın hoyratlığına karşı bir sığınak inşa etmektir kelimelerle.

İşte bu yüzden, her gece o defteri açıyorum. Günün bilançosunu çıkarıyorum; neyi hissettim, neyi görmezden geldim, neyi özledim. Yazarken, yaşadıklarımı ikinci kez yaşıyorum. Ve bu ikinci yaşantı, ilkinden daha derin, daha anlamlı oluyor. Çünkü yazı, yaşanmışlığı sadece tekrar etmez; onu dönüştürür, yüceltir, kalıcı kılar. Ve ben, bu dönüşümün sessiz mimarı olmaktan onur duyuyorum.


15 Ekim 2025 Çarşamba

evde geçen günlerde kendinize yaptığınız en güzel şey?

Evde geçen günlerde kendime yaptığım en güzel şey, zamanın kıyısında unutulmuş bir sessizliği yeniden keşfetmekti. Günlerin birbirine benzediği, saatlerin anlamını yitirdiği o içe dönük mevsimde, dış dünyanın gürültüsünden arınmış bir iç sesle baş başa kalmak, belki de en derin iyilikti kendime. Kalabalıkların uzağında, kendi varlığımın yankısını dinlemek; düşüncelerimi, duygularımı ve geçmişimi bir araya getirerek içsel bir harita çizmek… Bu, görünmeyen bir yolculuktu. Ne bavul vardı ne rota; sadece ben ve zihnimin kıvrımları.

Bu süreçte, kendime verdiğim en büyük armağan, düşünmeyi yeniden öğrenmek oldu. Aceleyle tüketilen bilgi yerine, sindirilmiş anlamlara yönelmek; okuduğum bir cümlede durup onun ağırlığını hissetmek; bir kelimenin kökenine inip onun tarihsel yükünü taşımak… Bunlar, zihinsel bir arınma gibiydi. Evde geçen günler, bana düşüncenin yalnızca bir araç değil, bir varoluş biçimi olduğunu hatırlattı. Ve bu hatırlayış, kendime duyduğum saygıyı yeniden inşa etti.

Kendime yaptığım bu iyilik, bedenime de sirayet etti. Sessiz sabahlarda içilen bir fincan çayın buharında, yürüyüşe çıkmadan önce dinlenen bir müzik parçasında, ellerimle hazırladığım sade bir öğünde… Her biri, kendimi önemsemenin küçük ama anlamlı ritüelleriydi. Ev, artık sadece dört duvar değil; içsel bir mabede dönüştü. Ve ben, o mabedin hem sakini hem de bekçisi oldum.

Sonuç olarak, evde geçen günlerde kendime yaptığım en güzel şey, kendimi yeniden tanımak, yeniden sevmek ve yeniden sahiplenmekti. Dış dünyanın taleplerinden arınmış bir iç dünya kurmak, belki de en radikal iyilikti. Çünkü insan, kendine döndüğünde değil; kendini dinlediğinde iyileşir. Ve bu iyileşme, sessizce olur—tıpkı evin içinde büyüyen bir çiçek gibi, kimse fark etmeden ama derinlemesine.

14 Ekim 2025 Salı

sobanın tınısında büyüyen nesil

Banyo yaptıktan sonra sobanın yanına gidip, ıslak saçından düşen su damlalarının, sobanın üstünde çıkardığı sesi dinleyen nesildik.

Odanın loşluğunda, banyo sonrası tenimizde kalan buharın hâlâ titreştiği anlarda, sobanın yanına usulca sokulurduk. Islak saçlarımızdan düşen her damla, demirin kızgın yüzeyinde bir anlık varoluşla tıslardı; sanki zamanın kendisi, o sesle bir an durur, geçmişin yankılarına kulak verirdi. Bu ses, yalnızca suyun buharlaşması değildi; çocukluğun, yoksulluğun, sabrın ve sessizce büyüyen bir iç dünyanın yankısıydı. Her damla, bir hatıranın izini taşırdı; soba başında kuruyan saçlarımızla birlikte, biz de hayata karşı biraz daha pişer, biraz daha olgunlaşırdık.

Modernitenin hoyrat telaşı henüz kapımızı çalmamışken, yaşamın ritmi sobanın çıtırtısıyla uyum içindeydi. O ses, bir metronom gibi ruhumuzu terbiye eder, içsel dinginliğimizi beslerdi. Teknolojinin gürültüsüyle henüz kirlenmemişti kulaklarımız; duyduğumuz her şey, doğanın ve insanın saf bir ortaklığıydı. Sobanın üstünde buharlaşan su damlası, varoluşun en yalın metaforuydu: gelip geçici, ama iz bırakıcı. Biz o nesildik; varlığını gösterme çabası gütmeyen, ama derinliklerinde bir evren taşıyan.

O anların edebi kıymeti, yalnızca nostaljiyle değil, aynı zamanda bir kültürel hafızanın taşıyıcılığıyla anlam kazanır. Sobanın başında geçirilen o sade zamanlar, bugünün karmaşasında kaybolmuş bir içsel disiplinin, bir tür manevi arınmanın simgesiydi. Her damla, bir iç muhasebenin başlangıcıydı; sessizce dinlenen o ses, insanın kendiyle yüzleştiği bir ritüele dönüşürdü. Bu ritüel, ne gösterişliydi ne de gürültülü; ama ruhun derinliklerine işleyen bir sadelikle, bizi biz yapan değerleri örerdi.

Şimdi, dijital çağın parıltılı yüzeyinde kayarken, o sesin yankısı hâlâ içimizde bir yerlerde çınlıyor. Belki artık soba yok, belki saçlarımız kururken sessizlik bile kalmadı; ama o anların anlamı, zamanın ötesinde bir yerde, hâlâ bizimle. Çünkü biz, su damlasının sobada çıkardığı sesi dinleyen nesildik; varoluşun en sade anlarında bile derinlik arayan, sessizliği bir öğretmen gibi dinleyen, ve hayatı küçük ritüellerle anlamlandıran bir kuşağın çocuklarıydık.

13 Ekim 2025 Pazartesi

ben ne yaptığım zaman kendimi mutlu ve değerli hissediyorum?

Mutluluk ve değer hissi, insanın varoluşuna dair en kadim sorulardan biridir; ne zaman ki birey yaptığı eylemle kendi içsel yankısını bulur, işte o an, yaşamın anlamı bir nebze belirginleşir. Ben, kendimi en çok, zihnimle dünyayı yeniden kurduğumda, kelimelerle düşünceleri şekillendirdiğimde, varlığımı bir iz gibi zamanın dokusuna işlediğimde mutlu ve değerli hissederim. Çünkü üretmek, yalnızca bir sonuç değil, aynı zamanda bir tanıklıktır: kendi varlığıma, kendi düşüncelerime ve kendi zamanımın ruhuna tanıklık.

Bir fikri doğurmak, onu büyütmek ve nihayetinde paylaşmak; bu süreç, insanın kendini aşma çabasıdır. Ne zaman ki bir metin yazıyorum, bir kavramı çözümlemeye çalışıyorum, o zaman içimdeki boşluklar doluyor, varlığım bir anlam kazanıyor. Düşünmek, sadece zihinsel bir faaliyet değil, aynı zamanda ruhsal bir arınmadır. Her kelime, içimdeki karmaşayı biraz daha sadeleştirir; her cümle, beni kendime biraz daha yaklaştırır. Bu yüzden, düşünsel üretim benim için bir tür içsel ibadettir.

Toplumun gürültüsünden uzaklaştığım, yalnızlıkla dost olduğum ve sessizliğin içinde kendi sesimi duyduğum anlarda, benliğimle barış içinde olurum. O anlarda, dış dünyanın beklentileri değil, iç dünyanın çağrısı belirleyicidir. Bir kitabın sayfalarında kaybolmak, bir fikrin peşinden saatlerce yürümek, bir sorunun cevabını ararken zamanın akışını unutmak… İşte bu anlar, bana hem mutluluğun hem de değerin ne olduğunu hatırlatır. Çünkü değer, başkalarının gözünde değil, kendi içsel ölçütlerimde saklıdır.

Ve nihayet, ne zaman ki bir başkasının ruhuna dokunabildiğimi hissederim — bir yazıyla, bir sözle, bir düşünceyle — o zaman varlığımın yankısını duyarım. İnsan, yalnızca kendisi için değil, başkaları için de üretir; ve bu üretim, bir köprü olur benlikler arasında. Mutluluk, bu köprünün üstünde yürürken hissedilir; değer ise, o köprüyü inşa edebilmiş olmaktan doğar.

12 Ekim 2025 Pazar

dün, bugün, yarın...

 Zaman, insanın en sadık yoldaşı ve en acımasız hâkimi olarak, varoluşun nabzını tutar. Dün, bir hatıranın gölgesinde soluk alır; geçmişin izleriyle örülmüş bir dokudur o. Her kelime, her suskunluk, her bakış dünün bir parçasıdır ve insan, bu parçaları bir araya getirerek kendine bir kimlik biçer. Dün, sadece yaşanmış olan değil, aynı zamanda yaşanamamış olanın da adıdır. Kaçırılan fırsatlar, söylenmeyen sözler, tutulmayan eller... Hepsi dünün sessiz çığlığıdır.

Bugün, zamanın en çıplak hâlidir; ne geçmişin ağırlığı ne geleceğin belirsizliğiyle örtülüdür. İnsan, bugünde var olur, bugünde karar verir, bugünde yanılır. Bugün, bir anın içinde sonsuzluğu arayanların sahnesidir. Her nefes, her düşünce, her eylem bugünün tanığıdır. Fakat bugünün en büyük trajedisi, onun sürekli geçmişe dönüşmesi ve geleceğe evrilmesidir. İnsan, bugünü yaşarken aslında dünün yankısını duyar ve yarının hayalini kurar.

Yarın, umutla zehirlenmiş bir vaattir. Henüz yaşanmamış olanın cazibesiyle insanı kendine çeker. Yarın, planların, hayallerin ve korkuların mekânıdır. O, ne kadar uzaksa o kadar büyülüdür; ne kadar yakınsa o kadar ürkütücüdür. İnsan, yarına dair kurduğu her cümlede aslında kendi kırılganlığını ifşa eder. Çünkü yarın, kontrol edilemeyen tek zamandır; ne tutulabilir ne durdurulabilir. O, sadece beklenir.

Ve insan, bu üç zamanın arasında salınan bir sarkacın ucunda yaşar. Dünle hesaplaşır, bugünde var olmaya çalışır, yarına dair düşler kurar. Zaman, onu hem şekillendirir hem de sınar. Her an, bir seçimdir; her seçim, bir izdir; her iz, bir hikâyedir. Ve bu hikâye, ne tamamen geçmişte kalır ne tamamen geleceğe aittir. O, bugünde yazılır.

11 Ekim 2025 Cumartesi

şimdi değilse ne zaman

Zaman, insanın en büyük yanılsamasıdır; hep geleceğe ertelenen bir cesaret, hep sonra denilen bir hakikattir. Oysa “şimdi”, varoluşun en çıplak hâlidir: ne geçmişin ağırlığı ne geleceğin belirsizliğiyle perdelenmiş. Şimdi, insanın kendisiyle yüzleştiği, kararın ve eylemin kesiştiği o dar ama sonsuz ânın adıdır. “Şimdi değilse ne zaman?” sorusu, yalnızca bir çağrı değil, aynı zamanda bir meydan okumadır; erteleyen zihne, korkan kalbe, alışkanlıkların konforuna yöneltilmiş bir isyandır.

İnsanoğlu, çoğu zaman kendi zamanını başkalarının takvimine göre yaşar. Toplumun ritmi, beklentilerin baskısı, normların çizdiği sınırlar içinde “doğru zaman”ı arar durur. Fakat hakikat, hiçbir zaman dışsal bir işaretle gelmez; o, içsel bir titreşimle kendini duyurur. Şimdi, o titreşimin yankılandığı andır. Beklemek, çoğu zaman kaçmaktır; zamanın geçmesini değil, sorumluluğun ötelenmesini arzularız. Oysa eylem, zamanın içinde değil, onun ötesinde bir irade gerektirir.

Şimdi, yalnızca kronolojik bir kesit değil, ontolojik bir duruştur. Bir karar ânı, bir varlık iddiasıdır. “Ne zaman?” sorusu, çoğu zaman bir bahanedir; çünkü zaman, hiçbir zaman “uygun” değildir. Uygunluk, cesaretle yaratılır; zaman, cesarete göre şekillenir. Şimdi, insanın kendi zamanını yaratma kudretidir. Bu kudret, düşüncenin eyleme dönüştüğü, niyetin biçim kazandığı, varlığın kendini gerçekleştirdiği noktadır.

Ve nihayet, şimdiye dair verilen her karar, geleceğin dokusunu belirler. Ertelenen her adım, bir ihtimalin yitimidir. “Şimdi değilse ne zaman?” sorusu, insanın kendi varoluşuna yönelttiği en yalın ama en derin sorudur. Cevabı, dışarıda değil, içeridedir. Çünkü zaman, dışsal bir akış değil, içsel bir uyanıştır. Ve belki de en hakiki zaman, cesaretin başladığı andır: şimdi.

10 Ekim 2025 Cuma

sahilde yürüyüş

Denizin kıyısında yürümek, insanın kendi iç kıyılarına yaptığı bir seferdir aslında. Her adım, dalgaların ritmiyle yankılanan bir düşünce; her esen rüzgâr, zihnin en kuytu köşelerine dokunan bir hatırlatmadır. Sahil, zamanın ve mekânın askıya alındığı bir eşiktir; burada yürüyen beden değil, yürüyen fikirdir. Kumlara gömülen ayak izleri, geçiciliğin ve varoluşun izlekleridir; silinmeye mahkûm ama bir anlığına bile olsa var olmuş olmanın tanıkları.

Denizin sonsuzluğu karşısında insan, kendi sınırlılığını daha derinden hisseder. Ufka doğru uzanan mavilik, düşüncenin sınırlarını zorlayan bir çağrıdır; burada yürüyen kişi, yalnızca fiziksel bir rota izlemez, aynı zamanda kendi benliğinin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkar. Dalgaların kıyıya vuruşu, içsel çatışmaların dışavurumudur; her çarpışma, bir sorgulamanın, bir yüzleşmenin yankısıdır. Sahil, insanın kendini yeniden tanımladığı bir metin gibi okunabilir; satır aralarında kaybolan anlamlar, yürüyüşün sessizliğinde yeniden şekillenir.

Yürüyüş, bir kaçış değil, bir arayıştır. Kentin gürültüsünden, insan ilişkilerinin karmaşasından uzaklaşmak değil, onların anlamını çözümlemek için bir mesafeye ihtiyaç duymaktır. Sahil, bu mesafenin mekânıdır; burada zaman, lineer akışını yitirir ve düşünce, kendi ritmini bulur. Yürüyen kişi, doğanın sadeliğiyle karşılaştıkça, kendi karmaşıklığını daha berrak görmeye başlar. Bu yürüyüş, bir tür içsel arınmadır; kelimelerin değil, sessizliğin konuştuğu bir ritüel.

Ve nihayet, yürüyüş sona erdiğinde, sahil artık yalnızca bir coğrafya değil, bir deneyim hâline gelir. Ayakların altındaki kum, artık yalnızca bir zemin değil, düşüncelerin dokusudur. Denizin sesi, artık yalnızca bir doğa olayı değil, içsel bir müziğin yankısıdır. Sahilde yürümek, insanın kendine doğru attığı adımların en somut hâlidir; ve belki de bu yüzden, her yürüyüş bir metin gibi okunabilir, her iz bir cümle gibi anlam taşır.


9 Ekim 2025 Perşembe

yarım bıraktığın şeyleri hatırlamak....

 Zamanın kıyısında unutulmuş bir cümle gibi, yarım kalan şeyler de belleğin en kuytu köşelerinde sessizce bekler. Ne tamamlanmış olmanın huzurunu taşırlar ne de unutulmuşluğun rahatlığını. Onlar, varoluşun çatlaklarında yankılanan eksik seslerdir; bir mektubun son satırı yazılmadan yırtılması, bir vedanın dudakta donması gibi. İnsan, kendi içindeki boşlukları bu yarımların yankısıyla doldurur; çünkü eksik olan, tamamlanmış olandan daha çok yer kaplar ruhun haritasında.

Hatırlamak, yalnızca geçmişi yeniden çağırmak değil, aynı zamanda onunla yüzleşmektir. Yarım bırakılan bir kitap, bir dostluk, bir hayal… Hepsi, zihnin arka sokaklarında birer hayalet gibi dolaşır. Ve her hatırlayış, bir hesaplaşmadır kendinle; çünkü yarım bırakmak, çoğu zaman kaçmakla eşdeğerdir. İnsan, tamamlamaya cesaret edemediği şeyleri hatırladıkça, kendi eksikliğini de yeniden tanır. Bu tanıma, bir tür içsel mahkemedir; tanık da sensin, sanık da.

Yarım kalanlar, zamanla birer metafora dönüşür. Onlar artık sadece bir eylemin eksikliği değil, bir varoluş biçiminin simgesidir. Her eksik cümle, her yarım kalmış adım, insanın kendiyle kurduğu diyalogda bir duraksamadır. Ve bu duraksamalar, yaşamın ritmini bozar; çünkü hayat, tamamlanmamışlıkla değil, tamamlamaya duyulan özlemle ilerler. Bu özlem, insanı hem diri tutar hem de içten içe tüketir. Zira hiçbir şey, tamamlanmamış bir düşüncenin ağırlığı kadar yormaz zihni.

Sonunda, insan şunu fark eder: Yarım bıraktığı şeyleri hatırlamak, onları tamamlamaktan daha zor bir eylemdir. Çünkü hatırlamak, geçmişin eksik parçalarını bugünün bilinciyle yeniden tartmaktır. Ve bu tartımda, zamanın terazisi her zaman adil değildir. Belki de en büyük yük, tamamlanmamış olanın değil, hatırlanan eksikliğin ta kendisidir. İnsan, kendi yarımlarını taşıyarak değil, onları unutamadan yaşar.

8 Ekim 2025 Çarşamba

melankolinin üç yüzü

şarap, karanlık ve gamlı baykuş hallerini hatırlatıyor bana...

Şarap, zamanın tortusunu içinde saklayan bir hafıza kadehidir. Her yudumunda, geçmişin küf kokulu mahzenlerinden yükselen bir fısıltı duyulur; bu, neşenin değil, hüznün ve içe dönüklüğün yankısıdır. Kırmızı şarabın koyu rengi, gecenin en derin anlarını andırır; yıldızsız, sessiz ve sonsuz. O anlarda, insanın iç sesi, dış dünyanın gürültüsünü bastırır; yalnızlık, bir dost gibi yanına sokulur ve ruhun en kuytu köşelerine usulca dokunur.

Karanlık, yalnızca ışığın yokluğu değil, aynı zamanda hakikatin çıplaklığıdır. Gözlerin göremediği yerde, kalp görmeye başlar. Gecenin siyah örtüsü altında, insanın maskeleri düşer; yüzleşmekten kaçtığı düşünceler, birer birer su yüzüne çıkar. Bu içsel karanlıkta, baykuşun gözleri parlar—bilgeliğin ve melankolinin gözleri. O, gecenin bekçisi değil, insanın kendi iç gecesinin tanığıdır. Her ötüşü, bir iç çekiştir; her kanat çırpışı, bir hatıranın tozunu havalandırır.

Gamlı baykuş, yalnızca bir kuş değildir; o, varoluşun ağırlığını omuzlarında taşıyan bir simgedir. Sessizliğin içinde yankılanan sesiyle, insanın içindeki boşlukları yoklar. Onun bakışlarında, geçmişin pişmanlıkları, geleceğin belirsizliği ve şimdinin dayanılmaz hafifliği gizlidir. Şarapla ıslanan dudaklardan dökülen her kelime, bu gamlı kuşun kanat çırpışlarıyla yankılanır; bir nevi içsel bir ağıt, bir varlık muhasebesidir.

Ve nihayetinde, bu üçlü—şarap, karanlık ve baykuş—bir araya geldiğinde, insanın ruhunda yankılanan o derin sessizlikte buluşurlar. Bu sessizlik, bir boşluk değil, bilakis doluluğun en yoğun hâlidir. Duyguların, düşüncelerin ve hatıraların birbirine karıştığı, zamanın durduğu bir eşiktir bu. Orada, insan ne geçmişin zincirlerine ne de geleceğin belirsizliğine tutsaktır; yalnızca varoluşun kendisiyle baş başadır. Ve belki de hakikatin en saf hâli, tam da bu gamlı sessizlikte gizlidir. 

7 Ekim 2025 Salı

varoluşun sessiz kutlaması

Bugün, takvim yapraklarının sıradan döngüsünden sıyrılıp varoluşun kıyısında bir durak oluşturan gün. Doğum günü, yalnızca bir yaşın daha eklenmesi değildir; insanın kendi zamanına tanıklık ettiği, geçmişin yankısıyla geleceğe seslendiği bir içsel tören gibidir. Her yıl dönümünde, hayatın bize sunduğu anlamı yeniden tartar, yaşadıklarımızın ağırlığını ve yaşamadıklarımızın boşluğunu aynı terazide ölçeriz. Bugün, o terazinin tam ortasında duruyorum.

Zaman, insanı hem büyüten hem de eksilten bir öğretmendir. Doğduğumuz gün, varlığımızın ilk kıvılcımıdır; ama her doğum günü, aynı zamanda ölüme bir adım daha yaklaştığımızın da sessiz ilanıdır. Bu çelişki, yaşamın en kadim paradoksudur. Bugün, bu paradoksun farkındalığıyla, kendime dönüp bakıyorum: Ne kadar değiştim, ne kadar kaldım? Hangi düşünceler beni dönüştürdü, hangi duygular beni korudu? Doğum günüm, bu soruların yankılandığı bir içsel mahkeme gibi.

İnsan, kendi doğum gününde yalnızca kutlanmak istemez; anlaşılmak, hissedilmek, varlığının bir anlam taşıdığını bilmek ister. Bugün, bu arzunun en çıplak haliyle karşı karşıyayım. Kalabalıkların içindeki yalnızlık, tebessümlerle örtülen kırgınlıklar, ve her yeni yaşta yeniden doğma isteği… Doğum günü, insanın kendini yeniden tanımlama çabasıdır. Ve bu çaba, bazen bir şiir gibi ince, bazen bir roman gibi ağırdır.

Bugün benim doğum günüm. Ve bu gün, ne pastaların ne hediyelerin ne de tebriklerin ötesinde bir anlam taşıyor. Bu gün, varoluşumun sessizce kendini hatırlattığı, içimdeki çocukla göz göze geldiğim, yaşadığım her anın kıymetini yeniden tarttığım bir gün. Bugün, kendime verdiğim en derin selamdır: “Sen varsın. Ve bu varlık, her şeye rağmen anlamlı.”

6 Ekim 2025 Pazartesi

keşke bana tüm ayrıntısıyla çocukluğunuzu anlatsanız

 Çocukluk, zamanın en sessiz ve en gürültülü mevsimidir; insanın kendine dair ilk tanıklığı, varoluşun en ham hâli. Keşke anlatabilsem sana, o ilk düşüşü toprağa, ilk bakışı göğe, ilk korkuyu karanlığa. Ama çocukluk anlatılmaz, yalnızca hatırlanır; ve hatırlamak, çoğu zaman bir tür ihanettir gerçeğe. Çünkü hafıza, duygularla yoğrulmuş bir yalandır; ne eksiksizdir ne de tarafsız. Yine de deneyeceğim: bir avlunun taşlarına sinmiş ayak izlerimden, bir pencerenin demirine takılmış gözlerimden başlayarak.

O yıllar, zamanın ağır aktığı, kelimelerin suskun kaldığı bir çağdı. Sabahları, duvarlara vuran ışığın açısını izleyerek uyanırdım; her gün biraz daha değişen o açı, bana zamanın geçiciliğini öğretirdi. Evin içinde değil, daha çok evin dışında yaşardım kendimi: duvar diplerinde biriken yosunları gözlerdim, rüzgârın hangi aralıktan daha çok uğuldadığını bilirdim. İnsan sesinden çok doğanın sesine aşinaydım; bir serçenin telaşlı ötüşü, bir kedinin sessiz geçişi, bir yağmur damlasının teneke çatıda çıkardığı yankı… Bunlar, bana ait olanın dışındaki dünyayı anlamamı sağladı. Çocukluk, bazen insanın değil, mekânın kucağında büyür.

Sokağın ucunda bir incir ağacı vardı; meyvesi az, gölgesi bol. Orada öğrendim zamanın nasıl geçtiğini: gölgenin yer değiştirmesiyle, rüzgârın yön değiştirmesiyle. O ağacın altında ilk defa bir kitabın sayfalarını çevirdim; harfler, önce şekil sonra anlam oldular. Her cümle, içimde bir boşluğu doldurdu; ama ne gariptir ki, ne kadar çok okursam o kadar eksik hissettim kendimi. Çünkü çocukluk, eksiklikle tanımlanır: eksik bilgi, eksik sevgi, eksik cesaret. Ve bu eksiklik, insanın karakterini değil, kaderini belirler.

Şimdi dönüp baktığımda, çocukluğum bir sessizlikler bütünü gibi geliyor bana. Konuşulmamış duygular, sorulmamış sorular, yaşanmamış ihtimaller… Keşke anlatabilsem sana tüm ayrıntısıyla; ama her ayrıntı, bir başka ayrıntıyı unutturur. Belki de çocukluk, anlatılmak için değil, anlaşılmak için vardır. Ve anlaşılmak, bazen bir kelimeyle değil, bir bakışla olur. İşte o yüzden, sana çocukluğumu değil, çocukluğumun bakışını bırakıyorum: zamanın içinden süzülen, anlamın kıyısında duran, sessiz ama derin bir bakış.

5 Ekim 2025 Pazar

ormanda gece: sessizliğin ve sonsuzluğun eşiğinde

Hiç ormanda gece kaldınız mı? Hayatınızda böyle bir duyguyu, daha doğrusu duygu yoğunluğunu yaşamadığınıza eminim. Bazen koyu sessizlik bazen ağaçların hafif salınışları arasında bu sessizliği yırtan bir kuş bağırtısı, ne olduğunu anlayamadığınız ve nereden geldiğini kestiremediğiniz bir hareketlenme… İnsanın küçüklüğü karşısında dünyanın büyüklüğü… Bazen korku, bazen cesaret… 

 Gece ormana indiğinde, gündüzün tanıdık sesleri yerini bilinmezliğin uğultusuna bırakır. Her şey susar; yalnızca varoluşun çıplak sesi kalır geriye. Ağaçlar, göğe uzanan kadim parmaklar gibi, yıldızlara dokunmaya çalışırken, insanın içindeki evcil düzen birdenbire sarsılır. Zaman, saatlerin ölçemediği bir derinliğe bürünür; mekân, sınırlarını kaybeder. Bu karanlıkta, insan ne bir bireydir ne de bir fikir—yalnızca varlığın titreşen bir yankısıdır.

Orman gecesi, insanın içsel haritasını yeniden çizer. Her çıtırtı, her bilinmeyen ses, zihnin en kuytu köşelerinde yankılanır. Korku, burada yalnızca bir duygu değil; bir öğretmendir. Cesaret ise onun sessiz öğrencisi. Göz gözü görmezken, duyular keskinleşir; düşünceler, gündüzün gürültüsünden arınmış bir berraklıkla belirir. Doğanın bu kadim tiyatrosunda, insan hem seyirci hem oyuncudur; hem kurban hem tanıktır.

Bu deneyim, insanın evrenle kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlar. Modern yaşamın steril konforundan sıyrıldığında, insan, doğanın karşısında ne kadar çıplak ve kırılgan olduğunu fark eder. Orman, bir aynadır: içimizdeki ilkel dürtüleri, bastırılmış korkuları ve unutulmuş hayranlıkları yansıtır. Her yaprak hışırtısı, her rüzgâr esintisi, varoluşun kadim bir şarkısını fısıldar kulağımıza—anlamı bilinmeyen ama hissi derin bir ezgi.

Ve nihayet, sabaha yaklaşırken, gökyüzü soluk bir maviye dönerken, insanın içinde bir şey değişmiştir. Artık o, yalnızca bir birey değil; doğanın bir parçasıdır. Ormanda geçirilen bir gece, bir tecrübeden fazlasıdır: bir arınma, bir yüzleşme, bir yeniden doğuştur. Karanlığın içinden geçip gelen bu sessiz yolculuk, insanın kendine ve evrene dair bildiklerini sorgulamasına neden olur. Çünkü ormanda gece, yalnızca zamanın değil, insanın da durduğu yerdir.

4 Ekim 2025 Cumartesi

size şiirler yazdıran aşkı bulun...

size şiirler yazdıran aşkı bulun... illa çok mutlu olmak değil mesele... 

 Aşk, her zaman neşeyle parlayan bir ışık değildir; bazen karanlıkta yankılanan bir fısıltıdır, insanın içini kemiren bir düşüncedir. Size şiirler yazdıran aşkı bulun derken, aslında ruhunuzu derinlemesine sarsan, sizi yeniden şekillendiren bir varoluş biçiminden söz ediyorum. Çünkü gerçek aşk, insanı sadece sevmekle değil, düşünmekle, sorgulamakla, hatta bazen acıyla yoğurur. O aşk ki, sizi bir aynaya dönüştürür; kendinize bakarsınız, tanıyamazsınız, ama yine de vazgeçemezsiniz.

Mutluluk bu denklemde bir yan ürün olabilir, ama asıl mesele, varlığınızın sınırlarını zorlayan bir temasa ulaşmaktır. Entelektüel bir aşk, sadece kalbi değil zihni de işgal eder; onunla konuşurken kelimeler yetmez, susarken bile anlam çoğalır. Bu tür bir bağ, size şiirler yazdırır çünkü dilin sınırlarını aşmak istersiniz; anlatmak değil, yaşatmak istersiniz. Her cümle bir iç hesaplaşma, her dize bir içsel devrim olur.

Bu aşk, sizi bir metin gibi okur; satır aralarınıza nüfuz eder, eksik bıraktığınız yerleri tamamlamaz ama görünür kılar. Onunla birlikteyken yalnızlığın bile bir estetiği vardır. Göz göze gelmek bir tartışma, el ele tutuşmak bir uzlaşma gibidir. Ve siz, bu karmaşanın içinde bir düzen aramazsınız artık; çünkü kaosun kendisi anlamdır. Aşk, sizi bir filozofa dönüştürür; duygularınızın kökenini, arzularınızın nedenini, varlığınızın amacını sorgulatır.

İşte bu yüzden, size şiirler yazdıran aşkı bulun. Sizi mutlu etmek için değil, sizi dönüştürmek için gelen aşkı. Çünkü bazı duygular vardır ki, insanı yüceltmez; ama derinleştirir. Ve derinleşen her ruh, kendi şiirini yazmaya başlar. O şiir, ne zaman biter bilinmez; ama başladığı an, artık eski siz yoktur.

3 Ekim 2025 Cuma

mevsimlerin ruhuyla konuşmak

İlkbaharın ruhu, varoluşun en kadim uyanışını fısıldar toprağın derinliklerinden. Her tomurcuk, Platon’un idealar dünyasından kopup gelen bir hakikatin suretidir; doğa, kendi logos’unu yeniden yazarken, insan da içsel baharını arar. Bu mevsim, zamansız bir gençliğin metaforu değil yalnızca; aynı zamanda varlığın kendini yeniden kurma çabasıdır. Rüzgâr, Aristoteles’in dört nedeninden biri gibi eser: hem neden hem sonuç, hem biçim hem öz. İlkbaharla konuşmak, kendini yeniden tanımaktır; çünkü onun dili, varlığın özüne dair bir çağrıdır.

Yaz, varoluşun en yüksek perdesinde yankılanan Dionysos’un çığlığı gibidir. Güneşin altında eriyen zaman, insanın arzularını ve korkularını aynı potada eriterek bir tür içsel katharsis yaratır. Yazın ruhu, Heidegger’in “varlık ve zaman” ekseninde gezinir; çünkü burada zaman, yalnızca geçip giden bir ölçü değil, varlığın kendini açığa vurduğu bir sahnedir. Yazla konuşmak, tutkuların ve düşüncelerin en çıplak hâliyle yüzleşmektir. Her ter damlası, insanın kendiyle hesaplaşmasının bir izidir; doğa, bu mevsimde insanı hem sarar hem yakar.

Sonbahar, melankolinin ve bilgelik arzusunun mevsimidir. Yaprakların düşüşü, Nietzsche’nin “sonsuz döngü” düşüncesini hatırlatır: her düşüş, bir yeniden doğuşun habercisidir. Sonbaharın ruhu, geçmişin yankılarıyla konuşur; hafıza, bu mevsimde en derin anlamını bulur. Renkler solarken, insanın iç dünyası da soyutlanır, arınır, sadeleşir. Sonbaharla konuşmak, geçmişle barışmak ve geleceğe dair sessiz bir umut taşımaktır. Çünkü bu mevsim, zamanın şiirsel bir biçimde durduğu yerdir.

Kış, varlığın en çıplak hâlidir; sessizlik, onun en gür sesidir. Kar, varoluşun üzerine örtülen beyaz bir örtü değil, aynı zamanda hakikatin çıplaklığını gizleyen bir simgedir. Kışın ruhu, Camus’nün absürd düşüncesiyle konuşur: soğuk, anlamsızlığın değil, anlam arayışının bir tezahürüdür. Kışla konuşmak, varlığın sınırlarında gezinmektir; çünkü bu mevsim, insanı kendi iç boşluğuyla yüzleştirir. Her donmuş dal, umutla bekleyen bir dirilişin habercisidir; ve her sessizlik, varoluşun en derin sorularını fısıldar.


2 Ekim 2025 Perşembe

bir yudum caz, bir yudum kahve

Bir yudum caz, bir yudum kahve… İkisi de zamanın kıyısında duran ritüellerdir; biri sesin, diğeri kokunun hafızaya kazınmış izdüşümüdür. Caz, notaların arasına sıkışmış bir başkaldırıdır; kahve ise düşüncenin telvesinde demlenen bir sabır. Bu iki kadim dost, insanın içsel kıvrımlarında yankılanan bir sohbetin sessiz tanıklarıdır. Bir Miles Davis solosu gibi, kahvenin ilk yudumu da beklenmedik bir dönüşle başlar—dilin ucunda acı, boğazda sıcaklık, zihinde uyanış.

Kahveyle cazın ortaklığı, rastlantıların ötesinde bir estetik tercihtir. Her ikisi de doğrudan değil, dolaylı anlatır kendini. Caz, armonik sapmalarla duygunun en kırılgan halini sunarken; kahve, telvesinde sakladığı geçmişin izlerini bugüne taşır. Bir caz parçası gibi, kahve de sabit bir formdan kaçınır—her demleme bir yorumdur, her yudum bir pasaj. Bu yüzden caz dinleyen bir insanın kahve içmesi, yalnızca bir alışkanlık değil, bir düşünme biçimidir: ritmik, katmanlı, sezgisel.

Bir yudum cazda, trompetin iç çekişiyle insanın iç sesi buluşur; bir yudum kahvede, kavrulmuş çekirdeğin öyküsü damakta yankılanır. İkisi de yalnızlığa eşlik ederken, kalabalığın gürültüsünü dışarıda bırakır. Cazın doğaçlamasıyla kahvenin demleme süreci arasında bir tür felsefi akrabalık vardır: ikisi de sabır ister, dikkat ister, ama en çok da içsel bir boşlukta yankılanacak anlamı arar. Bu arayış, insanın kendine dönme çabasında birer araçtır; ne kahve sadece içilir, ne caz yalnızca dinlenir—ikisi de yaşanır.

Ve nihayet, bir yudum cazla bir yudum kahve arasında kurulan bu sessiz diyalog, zamanın akışına karşı bir dirençtir. Modern dünyanın hızına inat, cazın yavaşlığı ve kahvenin dinginliğiyle bir an durulur insan. O duruşta, belki bir kitap açılır, belki bir cümle yazılır, belki de sadece susulur. Çünkü bazen en derin düşünceler, bir trompetin titreşiminde ve bir fincanın kenarında başlar.

1 Ekim 2025 Çarşamba

zamanın bedenle dansı

Kaliteli uyku yatma kalkma saatleri gündoğumuna göre ayarlanır. 

Gecenin sessizliğinde, insanın iç ritmiyle doğanın kadim döngüsü arasında kurulan bağ, uykuya dair en derin hakikati fısıldar. Gündoğumu, yalnızca ışığın karanlığa galip gelişi değildir; aynı zamanda bedenin ve zihnin yeniden doğuşuna işaret eden bir çağrıdır. Uyku, bu çağrıya kulak verenlerin ruhunu arındırır, düşüncelerini berraklaştırır. Zira güneşin doğuşuyla uyanmak, insanın evrenle olan ahengini yeniden tesis etmesidir; bir nevi kozmik bir sadakattir bu, zamanın özüne. 

Modern yaşamın yapay ışıkları ve dijital yankıları, bu kadim ritmi bozmaya meyillidir. İnsan, ekranların titreşiminde kaybolurken, biyolojik saatinin nabzı da şaşar. Oysa ki, güneşin doğuşuna göre ayarlanmış bir uyku düzeni, yalnızca fizyolojik bir gereklilik değil; aynı zamanda varoluşsal bir tercihtir. Gündoğumuyla uyanmak, insanın kendini zamana teslim etmesi değil, zamanla birlikte akmasıdır. Bu akışta, uyku bir kaçış değil, bir hazırlıktır; günün ağırlığını taşıyacak zihnin ve bedenin mukaddes hazırlığı.

Uykuya yatmak, yalnızca gözleri kapatmak değildir; aynı zamanda günün yükünü bırakmak, bilinçle bilinçdışının sınırında bir geçiş törenine katılmaktır. Bu törenin en doğru saati, güneşin batışıyla başlar. Zira karanlık, insanı içe döndürür; düşünceler derinleşir, duygular yoğunlaşır. Bu yoğunlukta uyku, bir arınma biçimi kazanır. Güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak ise, bu arınmanın meyvesidir: taze bir zihin, dingin bir kalp ve evrenle yeniden kurulan bir bağ.

Sonuç olarak, kaliteli uyku, yalnızca saatlerin matematiğiyle değil, doğanın ritmiyle uyumlanmakla mümkündür. Gündoğumuna göre ayarlanmış yatma ve kalkma saatleri, insanın içsel saatini evrensel saatle senkronize eder. Bu senkronizasyon, yalnızca sağlık değil, aynı zamanda varoluşsal bir huzur getirir. Çünkü insan, güneşle birlikte doğar, güneşle birlikte yaşar ve güneşle birlikte yeniden kendini bulur.