Günlükler daha çok içe dönüktür. Yazarın kişisel yanlarını, kişiliğinin kıvrımlarını içerir.
Günlük, zamanın akışında kaybolan anların, bireyin iç dünyasında yankılanan izlerini kayda geçirme çabasıdır. Bu yazı türü, dış dünyanın gürültüsünden sıyrılıp benliğin derinliklerine yapılan bir yolculuktur. Yazar, kalemiyle kendi varoluşunun kıvrımlarında gezinirken, satırlara dökülen her kelime bir iç hesaplaşmanın, bir anlam arayışının izdüşümüdür. Günlük, yalnızca yaşananların değil, yaşanırken hissedilenlerin, sezilenlerin ve çoğu zaman dile getirilemeyenlerin mahrem bir aynasıdır.
Bu içe dönük metinlerde birey, kendini başkalarına değil, kendine anlatır. Bu anlatım, çoğu zaman bir monolog gibi görünse de aslında çok sesli bir iç diyalogdur. Kimi zaman çocukluk anılarının puslu hatıraları arasında gezinir, kimi zaman varoluşun ağırlığı altında ezilen düşüncelerle boğuşur. Günlük, bireyin kendine tuttuğu bir fenerdir; karanlıkta kalan yönlerini aydınlatmak, bastırılmış duygularını görünür kılmak için. Bu yönüyle günlük, edebiyatın en dürüst, en çıplak formlarından biridir.
Felsefi bir bakışla değerlendirildiğinde, günlükler insanın kendi üzerine düşünmesinin yazılı tezahürüdür. Heidegger’in “varlık” sorunsalına benzer biçimde, günlük yazarı da kendi varoluşunu sorgular; zamanla, ölümle, yalnızlıkla ve anlamla hesaplaşır. Her paragraf, bir tür ontolojik kazıdır; bireyin kendi varlığını anlamlandırma çabasıdır. Bu anlamda günlük, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda evrensel bir metindir; çünkü insanın iç dünyası, zaman ve mekân aşan ortak bir zeminde yankı bulur.
Sonuçta günlük, yazarıyla birlikte yaşayan, onunla büyüyen, değişen ve dönüşen bir metindir. Her satırında bir iç çekiş, bir susuş, bir haykırış gizlidir. Bu metinler, okurla paylaşılmak için değil, çoğu zaman paylaşılmamak için yazılır; ama tam da bu mahremiyetleriyle evrensel bir samimiyet taşırlar. Günlük, insanın kendiyle kurduğu en derin ilişkinin yazılı tanığıdır—ve belki de en sahici edebi türdür.