Teknolojinin hayata bu kadar müdahil olmadığı
çağlarda, ilmin, irfanın, kitap ve kütüphanenin meraklıları epey fazlaydı. İnsanların
kitap ve kütüphane ile olan bağları önceleri daha sıkıydı. Hele kütüphanenin
içinde büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde; ilim deryasına dalarak hakikat
incileri avlarlardı.
Bugün elimizdeki kitapların bu hale gelmesi uzun bir
tarihin ve tekâmülün eseridir. Kitabın her devirde bugünkü gibi rahat rahat
okunduğunu, bir yerden başka bir yere götürülürken bunun gayet tabii bir iş
olduğunu ve her yere de gönderilebildiğini zannetmek ne büyük bir yanlıştır.
Bugünkü bütün kolaylıklar uzun asırların son tekâmül konağıdır. Bu tekâmülün bu
konakta kalacağını sanmak da kitabın bugünkü haliyle doğduğunu zannetmek kadar
yanlıştır. Kitap; baskısı, biçim-şekil yönü, boyu, eni, içi, dışı bakımlarından
kim bilir daha ne mühim aşamalardan geçecek ve ileride bugünkü kitaplara göre
kim bilir nasıl farklılaşacak?
Bugünkü kitapların ilk misalleri, kâğıdın ve matbaanın
icadıyla vücut bulmuştur. Çünkü papirüs kullanıldığı müddetçe kitabın şekli,
yuvarlak bir sırığın üzerine sarılan tomardan öteye geçemeyecekti. Kitabın
modern şekli öncelikle parşömenin papirüse galip gelmesiyle başlar. Sonra
kâğıdın icadı ile sağlamlaşır. Devreye okur girer.
Okumak kadar
tatmini hem zor hem kolay bir başka ihtiyaç yoktur. Herkes okumak ister, herkes
kendini okuyor sanır. Fakat okuyanlar ve okuduklarından bilgi ve ilham alanlar
nispeten daha azdır.
Okumanın hedefi bilgi ve ilham olduğuna göre ne
okumalı? Fakat bu suale cevap vermeden evvel yıllardır -her ne kadar hüsn-ü
niyetle olsa da- “ne okursanız okuyun yeter ki okuyun” diye bizlere ve
diğer bütün talebelerine telkinde bulunanlara okumanın sadece kemmiyet işi
olmadığını da söylemeliyiz. İnsan yüz, bin yahut yüz bin cilt kitap okumakla,
okumuş sayılmaz. Okumak işi, keyfiyet işidir. Yani okumanın derecesi, insana
verdiği düşüncenin derinliği ve enginliği ile ölçülür.
Hafızanızın yığın yığın kitap isimleriyle, yazar
adlarıyla, malumat birikimiyle dolması hiçbir işe yaramaz. Okuduklarını
kavrayıp, özlerini meyve veren bir ağaç gibi ortaya dökmek gerekir.
İnsan okumalı fakat okumaktan daha fazla da
düşünmelidir. Vücut için gıda ne ise okumak da dimağ için aynı şeydir. Çok
yiyen, az hareket eden adam, ızdırap çeker. Fazla okumak ve az düşünmek de
dimağı hazımsızlığa uğratır. Büyüklüğü doğuran okumak değil düşünmektir. Fakat
büyük insanlar okumak sayesinde daha büyük olurlar. Yine de her insan sadece
kafasının, kapasitesinin hazım kabiliyeti derecesinde okumalıdır. Çünkü
okumanın çoğu da azı kadar zararlıdır.
Kitap dünyası büyük bir ormana benzer. İnsan bu
ormanın içinde kayboluyor. Bu ormana girenin hem yolunu kendi eliyle açması hem
de nereye gideceğini nereye varacağını bilmesi şarttır. O zaman insan
okuduğundan istifade eder ve okumak sayesinde bir maksada varır. Eskiden beri
insanı hayvandan ayıran sıfatın bilgi olduğu söylenir. Bunun doğru olduğuna
şüphe yok. Hayvanlar uçan bir nesne gördüklerinde, bir balon, uçak veya füze,
her ne olursa olsun aldırmazlar. Oysa insanın en iptidaisi bile bir balon veya
füze görünce durur, belki hayret eder, biraz düşünür ve anlamak ister. Çünkü
insandır. İnsan için en güzel misal yine insandır. Onun için büyük insanların
tercüme-i halini okumak oldukça faydalıdır. Bu çeşit büyük insanların,
âlimlerin hemen hepsinin tercüme-i hali olmasa da kitapla, kalemle, ilim ve
irfanla alakalı birtakım mülahazalar yok değildir.
Bugün; kendilerini modern dünyanın hâkimi ve tek söz
sahibi olarak gören, her fırsatta medeniyetten, bilimden söz eden Avrupa’da;
köleliğin hüküm sürdüğü sıralarda bir köleye okuma yazma öğretenler cezaya
çarptırılırdı. Çünkü okumak bilmek; bilmek ise insan olmak demektir. Bugün de
insanların taşıdıkları bütün boyunduruklardan kurtaracak, hepsini söküp atacak
bir tek çare vardır: okumak ve düşünmek.
KİTAP SAYFASINDAN İLMİN KAPILARINI AÇANLAR
On beş yaşında âlim mertebesine çıkan İmam-ı Şafi
Hazretleri devrinde, ilim terazisinin bir kefesinde daima Kur’an-ı Kerîm
dururdu. Geçmişte yaşayan şahsiyetlerin hayatlarına bakıldığında ilim, cahillik
ve erdemlilik arasındaki çizgide insanın kat etmesi gereken daimi bir yol
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yol kendiliğinden zenginliği getirdiği için
içerisinde ayrı bir güzellik barındırmaktadır. Yavuz Sultan Selim döneminde
Osmanlı Devleti dünyanın en zengin devleti idi. Bu zenginlik devri, sultanın üç
saatlik uykusu ve gününün üçte birini ilme ayırmakla mümkün olmuştur. Sekiz
yıllık saltanatında üç kıtada hüküm süren Yavuz Sultan Selim, develere
yüklettiği kütüphanesini seferde bile bir an olsun yanından ayırmamıştır.
Osmanlı’nın üç kıtaya sahip olduğu Yavuz Sultan Selim devrinde, sultanın
halifelik hizmetiyle müşerref olunmasının hikmeti, ilmin ve kitabın hakiki
değerini bulmasıyla alakalıdır. İlim ve erdemde git gide uzaklaşan neslimizin
kötü gidişinin cevapları da burada aranmalıdır.
ONLARA NE KADAR BENZİYORUZ?
Kitap okuma alışkanlığı, insanlık tarihinin ayrılmaz
bir parçasıdır. İlmin ve kitapların en mükemmelinin sadece devrimizde
olabileceğini düşünmek başta da belirttiğimiz gibi büyük bir hatadır. Tarihte
büyük işler yapmış, insanlığa yön vermiş, günümüzde saygıyla bahsedilen âlimlerin
devrinde ilim ve kitap, gerçek manasını bu günden daha iyi bulmuştur. Bizden
daha çok kitap okudukları ve okuduklarıyla insana ve hayata katkılarına
bakıldığında, “onlardan ne kadar üstünüz” sorusu değil, “onlara ne kadar
benzeyebiliriz” sorusu aklımıza gelmektedir. Ancak yine de onları büyük yapan,
sadece o kitapları okumaları, o kitaplardaki bilgiyi öğrenmeleri olmamıştır.
Onlar bilgileri ezberleyerek bilginin gerçek sahibi olmuşlar ve öğrendiği
bilgileri hayatlarının her anında tatbik etmişlerdir.
Günümüzde insanların bilgiye ulaşması oldukça kolay
ancak bilgelik, bilgiye ulaşmakla değil, o bilginin sahibi olmakla alakalıdır.
Bilgiyle hemhal olmuş, günümüzde dahi hayırla yâd edilen, yazıları, sözleri ve
hayat tarzlarıyla bizleri kendilerine hayran bırakan tarihi şahsiyetler bizler
için ne güzel bir numunedir. Onları bu günlere nelerin taşıdığına buyurun
birlikte göz atalım.
İMAM-I AZAM EBU HANİFE
9 yaşında Kur’an-ı Kerim’i ezberler, ramazan-ı şerif
ayında hatimle namaz kıldırır, bir ramazan boyunca altmış hatim indirir.
Kendisine fetva sorulduğunda ise henüz 13 yaşındadır.
İMAM-I ŞAFİİ
Asıl adı Muhammed Bin İdris olan İmam-ı Şafii,
“Muvatta”yı 5 yaşında ezberler. Kur’an, hadis, şiir, lügat gibi devrinde eğitim
ve öğretim müfredatına giren bütün ilimleri küçük yaşta öğrenerek 15 yaşında
fetva vermeye başlar.
AHMED BİN HANBEL
“Müsned” isimli meşhur hadis kitabını, ezberlediği 700
bin hadis-i şerif arasından seçtiği 30 bin hadis-i şerifle meydana getirir.
İMAM-I BUHARİ
Küçük yaşta ilim tahsiline başlar. Sıbyan
mektebindeyken 15 bin hadis-i şerif ezberler. Daha buluğ çağına ermeden İbnü’l
Mübarek’in kitaplarını hıfzeder. Yazmaya başladığında henüz sakalı çıkmamıştı.
16 yaşında Veki’in kitaplarını da ezberleyen İmam-ı Buhari, Şafii fıkhını da
öğrenir.
İSMAİL HAKKI BURSEVİ (1652-1715)
Mum ışığında 161 eser yazar. Avrupalılar, “Bu eserler
bir değil, beş ömre sığmaz” demişlerdir.
ÖMER NASUHİ BİLMEN (1884-1972)
Kıymetli bir İslam âlimi ve müfessirdir. İslam
ilmihali, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Hukuk-ı İslamiye Kamusu en meşhur
eserleridir. Diyor ki: “Küçük yaşlarımda elime geçen eserleri bir gecede okuyup
bitirirdim. Gözlerim kan çanağına döner sıhhatim bozulurdu. Annem gecenin geç
saatlerinde yanıma gelir, islenmiş lambanın camlarını siler bazen de ‘artık
yeter, yat!’ diye lambaya üflerdi!”
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN
İbadetlerinde hassas davranır, namazlarını vaktinde
kılar, zaman zaman kendisi imamlık ederdi. Muntazaman Kur’an-ı Kerîm okurdu.
Saray erkânı ve halkının da ibadetlerine dikkat etmesini yayınladığı iradelerle
tembih ederdi. Hükûmet işlerinden kalan zamanı okumakla geçirmiyorsa mutlaka
marangozhanede sarf ederdi. On bini aşan kitaptan oluşan kütüphanesinde, çok
fazla kitap okurdu. Tarih ve dünya siyasetine özel ilgi gösterirdi. Avrupa
basınını günü gününe takip ederdi. Mühim kitapları yayınlandıkları yıl tercüme
ettirip, okur veya okuturdu. Bu şekilde 6 bin kitap tercüme ettirmiştir ki,
defterler hâlinde kütüphanesinden çıkmıştır. Yaptığı ve yapacağı şeyleri çoğu
zaman kendisi not eder, yaptıracaklarını da not ettirirdi.
İBN-İ SİNA
İbn-i Sina bir gün İsfahan’a gider. Fakat yanında
kitaplarından hiç birisi yoktur. İsfahanlı âlimler, onun en meşhur eseri olan
“Kanun”u görmek isterler. İbn-i Sina “Kitap yanımda değil ama isterseniz
yazdırabilirim!” dedikten sonra kâtiplere eserin tamamını yazdırır. Daha sonra
Horasan’dan getirtilen asıl kitapla, bu nüsha karşılaştırılınca bir kelimenin
bile eksik veya fazlalığı tespit edilemez.
İBNÜ’L EMİN MAHMUT KEMAL’İN MEŞHUR KÜTÜPHANESİ
Loş ve büyük bir salon… Zindan gibi bir oda…
Baştanbaşa yüzlerce tablo ve dört duvarı kitaplarla süslü… Diğer odalar: Yine
öyle; kitaplar, kûfî, nesih, sülüs, rika yazılar ve sayısız levhalarla dolu.
Odaların ortasında öbek öbek kitap kümeleri, üst üste yığılmış. Bir kenarda yüz
yıl önce paşabahçe cam ve şişe fabrikasında yapılmış ve eski adları ile
kûfedanlık, güldanlık ve daha bunlara benzer adlar taşıyan birçok değerli eşya
ile bezenmiş bir koleksiyon.
Kitapseverler; burayı hayal edin, böyle bir odayı
teneffüs edin. Burası ne bir müze ne de bir kütüphanedir. Burası, bütün
hayatını kitaplar arasında geçirmeyi en büyük zevk sayan ve kitaptan başka
hiçbir şeye rağbet etmeyen Üstad İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in evi.
Mahmut Kemal’in kitaplarını ve onun kitap merakını
Süleyman Nazif 1926 yılında şöyle anlatmıştı:
“On iki, on üç yaşlarından beri hayatını incelemelere
ve nadir eser toplamaya hasretti. Bu yolda tam kırk sene çalıştı. Kütüphanenin
raflarını süsleyen sayısız eserlerden -ki içinde pek çok yazma ve birkaç ciltli
kitap ve risaleler var- bir tane bulunmaz ki dikkatle okunmamış, mukabele
edilmemiş ve belgelenmemiş olsun.”
İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in ahbapları, konaktaki
dairesine “Darülkemal” levhasını asmışlardır. Konağın üst katı da “Ceride Hane”
diye anılırdı. Buraya gelen meraklılar her gazetenin mükemmel bir koleksiyonunu
bulurlardı.
İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in yaşadığı ilginç
hadiselerden birkaçı ise şöyle:
Avrupalı bir profesör, İbnü’l Emin’i müdürü bulunduğu
evkaf müzesinde ziyaret etmiş ve şu suali sormuş:
“Türkiye’de üç biyografi âlimi bulunduğunu
söylüyorlar. Biri sizmişsiniz. Yalnız hanginizin birbirinizden üstün olduğunu
anlamak istiyorum.”
İbnü’l Emin; böyle saçma sual mi olur, diye
hiddetlenmiş fakat fazla ısrar edilince:
“Sorduğunuz âlimlerden biri, yirmi altı yıllık
muallimdir. Yirmi altı yıldır her gün öğretmek için her gün öğreniyor. Elbette
benden üstündür. Öbür âlim kırk yıldır en zengin kütüphanenin müdürüdür. Her
gün bir kelime öğrenmişse kırk yıllık sermayesi elbette benden üstündür. Eğer
ben de onlar gibi hep ilimle meşgul olsaydım -İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in
memuriyet hayatı çoktur- hiç birine ağız açtırmazdım.”
O iki âlim başka bir gün farklı bir toplantıda İbnü’l
Emin’e “Profesöre söylediğinizi duyduk. Fakat bize zaten ağız açtırmıyorsun
ki.” demişler.
İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in böylesine zengin bir
kütüphaneye sahip olmasının elbette belli başlı sebepleri var. Bunların
temelinde ise; zevk ve sefahat etmemesi, kazandığıyla kitap alması, on iki
yaşından itibaren kitap toplamaya başlaması yatıyor. Babıali’den dönerken,
sahaflar çarşısına uğramadan ve oradan bir iki kitap almadan eve dönemeyen
İbnü’l Emin Mahmut Kemal, sahaflardan geçemediği gün rahatsızlandığını ve
kendisinde ciddi bir eksiklik hissettiğini anlatır.
Bir gün müzayedede bir torba içinde bazı kâğıt
parçaları satılıyordu. Tellal on kuruş diyor, ben on beş diyorum. Yirmi
dediler, otuz dedim. Meğer beni tanıyanlardan biri, Mahmut yine bir şey gördü
bırakmak istemiyor diye mahsus arttırmaya başlamış. Torbayı 250 kuruş altın
paraya aldırdılar ve sonra kahkaha ile güldüler. Ben hiç aldırmadım. Çünkü on
kuruş etmeyen kâğıt parçaları arasında Ali Paşa’nın el yazısı ile imzalı bir
mektubu da vardı.
9050 CİLTLİK KÜTÜPHANE
Bulgaristan doğumlu İsmail Fennî 1855-1946 yılları
arasında yaşamış ilim meraklısı bir münevverdir. Devrinde yaşayanlar ve bugünün
kitap kurtları kendisini bilirler. Zira kendisi tam bir kitap aşığıdır. Evinin
her bir köşesi kitaplarla doludur. “Çok seven, nereye baksa, sevdiğini görür.”
derler. Herhalde üstat da her baktığı yerde yegâne sevgilisi olan kitaplarını
görebilmek için evinin her yanını kitapları ile doldurmuştur. “Kitap merakınız
ne zaman başladı?” diye sorulduğunda “İlim merakım başladığı vakit. Ben kitap
meraklısı değilim, ilim meraklısıyım.” diye cevap verir.
İsmail Fennî, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızcayı
iyi derecede bilirdi. Bu yüzden “Dört insan gibi çalışmam lazım.” derdi. Eline
geçirdiği parayı kitaba verirdi. Kitapçılar onu tanırdı. Ellerine yerli bir
kitap geçti mi önce onu bulurlardı. Bir gün İtalya’dan bir mektup alır. “Eski
kıymetli bir kitap var, alır mısınız?” diye sorarlar. O da hemen parasını
gönderip kitabı satın alır.
Kendisine: “Kaç yıldır emeklisiniz?” diye sorulduğunda
gülerek: “Bilmiyorum. Ben beni fikren alakadar etmeyen şeyleri hafızamda hiç saklamam.
Saklayamam da. Sizin belki garibinize gider fakat sevmediğim şeyi niçin sever
gibi görüneyim? Bazı kimseler ‘Falan şey falan tarihte oldu.’ diye
hafızalarında lüzumsuz şeylere yer ayırırlar. İşte benim hafızamda öyle
rakamların yeri yoktur. Çalıştığım dönemde lazım olacak şeyleri küçük defterime
yazardım. Esasen yaptığım işi severdim. Ama aklım fikrim hep kitaplarda idi.
İşten kurtulduktan sonra kendimi tamamen kitap ve musikiye verdim.”
Kütüphanesinde her cins kitap vardı. Edebiyat,
felsefe, tarih, maliye… Kitapların çoğu İngilizce ve Fransızcaydı. Kendisine
“En kıymetli kitaplarınızdan birkaçını söyler mi- siniz?” diye sorulduğunda
alınan cevap aslında kitap tutkunlarının bu soruya verdikleri cevapla hemen
hemen aynıdır:
“Her kitabın kendine mahsus bir kıymeti vardır. Esasen
kıymetsiz kitabın kütüphanede yeri yoktur. Eğer kitapların fiyat itibarıyla
kıymetini sorarsanız birini hatırlamama im- kan yok.”
İsmail Fennî’nin basılmış eserlerinden başka
basılmamış da pek çok eseri vardır. Son zamanlarını sürekli okumaya ve yazmaya
ayırmıştı. İsmail Fennî 1946 yılında İstanbul’da vefat etti. Mal varlığı olan
9050 ciltlik kütüphanesini Beyazıt Kütüphanesi’ne vakfetti.
KİTABI EKMEK KADAR SEVERİM
Velid Ebuzziya; (1884-1945) matbaacı, gazeteci ve
muharrir bir ilim adamı, kitapseverdir. Babasından kalma matbaanın üst
katındaki evinin üç odası baştanbaşa kitaplarla doludur. Masalar, raflar, her
yer… Türkçe, Fransızca, Almanca ve İngilizce…
Acaba her bulduğu kitabı almak ve okumak meraklısı
mıdır? Sorusuna şöyle cevap verir.
“Kitaplarım üç kısma ayrılmıştır. Birincisi sadece
matbaacılığa ait kitaplardır. Bunlar, babamın da en ziyade merak ettiği
kitaplardır. Bu merak babamdan bana da geçti. Bu cins kitapların en çoğu
Almancadır. İkinci kısım kitaplarım gazeteciliğe aittir. Onlar da babamdan
miras kalanlara benim de ekleyerek tamamladığım eserlerdir, içlerinde bugün
için aranıp bulunamayacak kadar değerlileri vardır.
Sağ kaldıkça ve muhtaç olmadıkça hiçbir bedel
karşılığında elimden çıkaramayacağım kitaplar. Üçüncü kısım kitaplarım, kendi
okumam, fikri mesaimi kuvvetlendirmem için aldığım ve almakta olduğum
kitaplardır. Bunların içinde ansiklopediler mühim bir yekûn tutar, birçok umumi
kütüphanelerde temin edilememiş eserlerdir.”
Küçük büyük 40-50.000 kitabı etrafında toplayarak
onlar arasına oturmayı en büyük zevk sayar. Kitap ve kitaba karşı olan
alakasını şöyle anlatır: “Açlıktan duyacağım en zorlu ıstırabı, kıymetli bir
kitap bana daima unutturabilir. Yine başıma gelen en büyük felaketlere kitap
okuyarak çare bulabilir, dertlerimin acısını azaltabilirim. Kitabı ekmek kadar
severim!
Bir gün İtalyanca basılan Tayyarecilik Ansiklopedisi
adlı bir kitap çıktığını duyar ve derhal ısmarlatır. Kitap geldiğinde onu
okuyabilmek için İtalyancasını ilerletmeye çalışır.
Kendi alanında olmasa bile iyi bilmediği bir dilde
basılan kitabı okuyabilmek için dil öğrenmek! İlim ve kitap aşkı böyle bir şey
işte!
KİTAPLARINI SARNIÇTA SAKLADI
İstanbul Erkek Lisesinin efsanevi edebiyat öğretmeni,
bir ordu kadar öğrenci yetiştiren Hakkı Süha Gezgin (1895-1963)’in kitap okuma
alışkanlığı çocukluğunda başladı. Bu alışkanlığı kazanmasına kitap meraklısı
ihtiyar komşusu vesile oldu. Çocukluğunda başlayan kitap merakı ile oluşturduğu
kütüphanesi Serencebey yangınında yok olunca pes etmeyip kitap aşkıyla ikinci
kütüphanesini de kurdu. Kitaplarının çoğu edebiyatla ilgiliydi.
Türkçe, Fransızca, Almanca, Farsça kitapları vardı.
Kütüphanesindeki kitapların hepsinin ciltleri de çok süslü idi. Türk tezyinî
sanatını en ince noktalarına kadar tetkik etmiş, müzelerimizdeki eserleri
görmüştü. “Onları görmek, her Türk için borçtur. Onları seyrederken gözün niçin
yaratıldığını anlarsınız.” derdi. Onunla konuşmanın zevki bir başkaydı. Her
sözünde; büyük tecrübelerin, çok derin görmenin, çok bilginin eserleri vardı.
Kitap ve kitap okuma konusu, onun içini sızlatan bir yurt derdiydi. Bu hususta
şöyle söylerdi: “İlk zamanlar çok dağınık okurdum. Manasız, anlamadan… Sonra
pek geç olarak aklım başıma geldi. Okumak sanatının memlekette kanun haline
konmuş olmasını görmek isterim. Başka memleketlerde bunu yapmışlar. Niçin,
nasıl okumalı? Bunu bilmiyoruz. Bir sanat eseri ve bir bilim eseri bambaşka
şeylerdir. Bunları, okuma hevesinde olanlara öğretmek lazımdır.”
Not almadan okumak, okumamak demektir
Okuduğu kitaplarda önemli gördüğü yerleri not alırdı.
Bu notları ciltletir, saklardı. “Hafıza zavallı bir şeydir, fazla yük çekmez.
Not almadan okumak, okumamak demektir. En çok altı aydan sonra bir şey kalmaz.
Zamandan tasarruf etmek lazımdır. Bunu programlı okuyarak temin edebiliriz.
Benim gibi ömrün sonuna doğru yaklaşınca bunu herkes anlar fakat iş işten
geçer. Metodik okuma, insanın içindeki mukaddes ateşi kitabın muhtevası ile
daha candan eş yapar.” derdi.
Kitaplarını bahçesindeki sarnıçta saklamasının
sebebini şöyle anlatırdı:
“Kaybolan bir kitabın acısı çok büyüktür. Tahta
evlerde kitap hiçbir vakit emniyette bulunmaz. Çok düşündüm ve en nihayet en
iyi çareyi kitapları sarnıçta saklamakta buldum. Kitapları muşambalara
sardıktan sonra içi çinko kaplı sandıklara doldurarak sarnıca yerleştirdim.
Sarnıç çok küçük. Bir kütüphane kadar büyük olmalı. Orada kitaplar arasında
meşgul olmak, okumak ne zevkli olur.”
Küflü, rutubetli, etrafı toprak fakat kitap dolu
sarnıç içinde yaşamayı; güzel bir bahçenin çiçek kokulu yenilikleri arasında,
tabiatın tatlı renklerine dalarak gönül eğlendirmeye tercih etmek… Kitap ve
ilme bu kadar bağlılık, her faniye nasip olmayan zevklerden olsa gerek.
KIYMETLİ KİTAPLARIN PEŞİNDE
Birçok kitap meraklıları vardır, en değerli eserleri
temin için her fedakârlığa katlanmışlar, hayatlarının birçok senelerini
araştırmaya vermişler ve eski tabiri ile ayaklı kütüphane haline gelmişlerdir.
Fakat bunlardan pek az insan istifade edebiliyor. Onları tanıyanlar,
sohbetlerinde bulunabilenler…
İbrahim Hakkı Konyalı (1895/1896-1984), hem ayaklı
kütüphane, hem de bilgisini yayan kitap meraklısıdır. Kitap merakının ne vakit
başladığını şöyle anlatır:
“Mektepte, on sekiz yaşında iken tuhaf bir vesile ile
kitaba bağlandım. Kozmoğrafya/Uzay bilimleri okuyorduk. Sıra heyeti atikaya
gelmişti. Bir kitap aramak lâzım geldi. Bir türlü bulamadım. Biri, ancak
Hindistan’dan getirtebileceğimi söyledi. Bu yoldan yürüdüm ve (Süllemü’l-eflâk
– Eflâke giden merdivenler) adını taşıyan kitabı Hindistan’dan getirtmeye
muvaffak oldum. Kitabı elime aldıktan sonra bende kitap kıymeti bilme hevesi
uyandı. Daha sonra koyu bir kitap meraklısı oldum. On beş senedir İstanbul
kütüphanelerinde tetkikat yapıyordum. Elimden geçmeyen risale, kitap, mecmua
kalmadı.”
İstanbul Kütüphanelerindeki kıymetli nadir kitaplar
hakkında hayrete düşürecek kitap isimleri zikreder. Çalınan kitapların da
kaydını tutar. Kendisinin keşfettiği kitapları aklında kaldığı kadar birbiri
ardına sıralar.
“Topkapı Sarayında da çok kıymetli eserler vardır. Burada
Üçüncü Ahmet Kütüphanesinde 3469 numarada kayıtlı eski kılıçların tasnifine
dair bir kitap buldum. Buradan aldığım malûmatla dâhil olduğum askeri müzedeki
eski silâhların tasnifi komisyonunda bütün silahları tasnif ettim. Bu iş için
vaktiyle Avrupa’dan birçok âlimler getirtilmiş ve hiç istifade edilememişti.
Avrupalı âlimlerin gelip bugünkü tasnif edilmiş halini görmelerini çok
isterdim.
Kıymetli kitaplarımız arasında 1100 sene evvel bir
Süryani dönmesi tarafından Keldanice’den tercüme edilmiş nebatat tarihini de
kaydetmek isterim. Bayrağımızdaki ay ve yıldızın menşeini göstermek itibariyle
çok mühimdir. Kitabın başlangıcı Keldanilerin esatirini anlatır. Burada
Keldanilerin ay ve yıldıza tapındıklarını görüyoruz. Esatir/ cedlerimizde Ayhan
ve Yıldızhan adları vardır. İşte biz de Ay ve Yıldız sembolü buradan başlar.”
İsmail Hakkı on beş yıldır tetkikler yaptıktan sonra
eserlerini vermeye başlamıştır. İlk olarak neşrettiği çok değerli eseri,
Topkapı Sarayında deri üzerine yapılmış eski haritalardır.
Bundan sonra şu çalışmalar ortaya çıkar: Türk
bayrakları, Arap ve Fars kaynaklarında Türk tarihi, Divanı Lûgati’t Türk’e göre
Türk Coğrafya ve Tarihi, Eski Türk paraları, Mukrizi’nin en-Nukudül İslamiye
tercüme ve metni ile beraber, Topkapı Sarayı’nda tarihi aydınlatan hükümdarlar
mektupları ve vesikaları, Topkapı Sarayındaki mübarek emanetler…
BAZI KİTAPLAR HİÇ ESKİMEZ
Göz alabildiğine uzanan ve yeşilliklerle bezenmiş bir
bağ… Kazmasıyla yeşil otları temizlemekle meşgul bir bahçıvan; İsmail Hakkı
Baltacıoğlu. Yıllarca Darülfünun müderrisliği yapan, gazetelerde sık sık
yazıları, resimleri çıkan eğitimci, yazar, hattat ve siyasetçi İsmail Hakkı
Baltacıoğlu; bahçesini çok severdi. Bahçesinde birçok bitki yetiştirir ve
satardı. Fidan yetiştirip Anadolu’ya gönderirdi.
Cumhuriyet’in ilk rektörü olan İsmail Hakkı
Baltacıoğlu’nun çalışma odasının her tarafı yığınla gazete kupürleriyle
doluydu. Düzenli olarak her gün yedi sekiz gazete alır, kendisini ilgilendiren
yazıları tasnif ederdi.
Okuma merakı; kendisini öfkelendiren birtakım
meselelere ilgili gerçekleri ve o meselelerle ilgili neler yapılabileceğini
kendisine öğretecek ne varsa okuma hırsıyla başlamıştı. Çocukluğunda daha çok
polisiye kitapları okurdu. Bu kitapların, hayal gücünün gelişmesinde çok
katkısı olduğunu söyler. Daha sonraları ise sosyoloji, psikoloji, estetik,
felsefe ve tiyatro kitapları okuyarak ilgi duyduğu alanlarda kendisini
geliştirmiştir. Okuyacağı kitaplarda işlenen konuların “tarafsız” ele
alınmasına dikkat ederdi, objektif olmayanları okumazdı. Ona göre her kitap,
“İnsanın fikri tekâmülünün muayyen bir merhalesinde kullanıp eskitmesi lazım
gelen bir alettir. İşi bitince atılmalı, daha yenisi kullanılmalıdır. Ancak
bazı kitaplar vardır ki hiç eskimezler. On- lar alet değil, istikamettir.
Kendisine: “En çok sevdiğiniz kitabınız hangisidir?” sorusuna birçok kitapsever
gibi: “Çok sevdiğim kitaplarım var, en çok sevdiğim, diye ayırmam.” cevabını
verir. Aynı zamanda hattat da olan bu kitapseverin, on biri Latin harfleriyle
on dokuzu da Arapça olmak üzere otuz kitabı vardır.
“Nasıl yazarsınız?” sorusuna:
“Çok çabuk… Bazen elim yetişemediği için kızarım.
Çabuk yazabilmem için mürekkebin çok sulu olmasına dikkat ederim. Onun için
hokkamın yanında ayrıca bir su şişesi bulunur.” cevabını vermiştir.
Pazar günleri altı yedi saat yürüdüğü ve muhtelif
saatlerde bahçede çalıştığı halde çokça yazıp okumaya devam etmiştir. Bahçede
çalışmak ve gezmek onu rahatlatırdı. Saat ikiye kadar okuyor ve yazıyordu.
Akşamüstü fidanlar, güller ve diğer bahçe işleriyle meşgul olur, gece tekrar
okumaya ve yazmaya devam ederdi.
Milli kültür ve ruh mayası
Yukarıda da gördüğünüz gibi tarihimiz adını günümüze
kadar duyuran ilim yolunda değerli kitap dostu şahsiyetlerle doludur. Onların
hayatları incelendiğinde şu gerçek dikkati çekmektedir. Milletleri ayakta
tutan, ona ruh veren ve her zaman dinamik tutan milli ve manevi kültürleridir.
Fransız yazar Balzac’ın üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken çok ciddi bir
iddiası var: “Millet, edebiyatı olan topluluktur.”
Milli kültürü elbette kahramanlar inşa eder. İngiliz
yazarlarından Carlyle’ın, Kahramanlar isimli kitabında da yazdığı gibi,
“Milletler kahramanlarıyla yaşar ve kahramanların yaşı yoktur.”
Hemen hemen hepsi de çocuk denecek yaşta eğitime
başlamış, buluğ çağına ermeden alanlarında uzman olmuşlardır. İlme sahip olmak
için nelerden fedakârlık ettikleri ise onları günümüze taşıyan ikinci bir
sebeptir.
İlim yolunda okumayı kendine düstur edinen, ilmin gerçek manasını gerçek
erdemlilik için isteyen şahsiyetler hem zamanında hem de gelecekte varlığını ve
değerini koruyacaktır. Bunun için de okumayı hayatın en anlamlı parçası haline
getirilebilmelidir. Günlük üç öğün yemek yer gibi, günün en az üç saatini
okumaya ayırmak sağlam kitap ve kütüphane merakımızı artıracaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder